http://lovepowerman.com

KİMYÂ-YI SAÂDET İMAM-I GAZALİ KENDİNİ TANIMAK-6

18 Temmuz 2010 | Kategori: Genel

KİMYÂ-YI SAÂDET İMAM-I GAZALİ KENDİNİ TANIMAK-6

14. KISIM: RUHUN DÜNYADA DOLAŞTIĞI YERLER

SORU: Bütün âlimler: “Bu işler taklit ve dinlemekten başka bir yolla bilinemez. Basiret le (ön görüşlülükle) bunlar anlaşılamaz” diyorlar. Bus özleri sizin anlattıklarınıza uymuyor, ne dersiniz?

CEVAP: Onların özürlerini daha önceki satırlarımızda açıkladık. Bizim iddiamız, onlarınkini çürütmüyor. Ahiret için onların söyledikleri doğrudur.Ancak onlar yalnız hislerle bilinenleri açıklıyorlar. Ruhla ilgili olanları ya bilmiyorlar, ya da bildikleri halde, insanların çoğunun anlamayacağını düşünerek açıklamaktan kaçınıyorlar.Vücutla ilgili olanlar, şeriatçılardan duyma veya onları taklit etmekten başka şekilde bilinmez. Bizim anlattıklarımız, ruhun aslını bilmeğe dair
başka bir kısımdır. Bu ancak ön görüşlülükle ve kalb gözüyle bilinebilir.Böyle bir bilgi nefsinden kurtulana verilir. Orada azık ve menfaate bakılmaz, din yolunun yolcusu olmak esastır. Bu vatan için şehir ve ev istemeyiz. Çünkü vücut onun vatanıdır. Vücut yolculuğunun kıymeti yoktur. Fakat insanın aslı ve özü olan ruhun, duracağı, yerleşeceği bir yer vardır, oradan meydana çıkmış , son yeride yine orasıdır. Vücutta sadece yolcudur. Yolculukta onun birçok yeri, konağı vardır. Her yer başka bir âlemdir. Vatanı ve ilk karargahı hisler âlemidir. Sonra sırasıyle hayaller,kavramlar ve mahlukattır. Bunlardan sadece sonuncusu insanın kendi aslından haberdar olur, diğerleri olmazlar.

1- HİSLER ALEMİ: Bu âlemlerin anlaşılabilmesi için birer örnek verelim.İnsan hisler âleminde, kendini mumun ateşine atan
kelebek gibidir.Kelebekte yalnız görme hissi vardır. Hayal ve hafızası yoktur. Sadece karanlıktan kaçıp bir ışıklı pencere arar. Mumu da ışıklı pencere zannedip ona çarpar, sıcaklığın acısı hafıza ve hayalinde kalmaz. Çünkü hafıza ve hayali yoktur. Onun için de ölünceye kadar durmadan kendini mumun ateşine atar. Eğer onda hafıza ve hayal olsaydı, bir kere canı yanınca, bir daha mumun alevine atılmazdı. Diğer hayvanlar bir defa dövülünce,ikincisinde sopayı gördüklerinde kaçarlar. Çünkü birinci sefer duydukları acının hayali, hafızalarında kalmıştır. O halde hisler birinci konak yeridir.

2- HAYALLER: Ruhun ikinci yeri hayaldir. İnsan bu derecede bulunduğu sürece dört ayaklı hayvan gibidir. Bir şeyden canı
yanmayınca, ondan sakınılacağını bilmez. Fakat bir defa acıyı hiss edince, ondan sonra kaçar.

3- MEFHUMLAR: Ruhun üçüncü yeri düşünce ve kavramlardır. Bu derecede insan, koyun ve at gibidir. Görüp hiss etmediği acıdan
da kaçar.Düşmanı bulunduğunu ve canını yakacağını anlar, hiç kurt görmeyen bir koyun ve hiç arslan görmeyen bir at ,bunları gördüklerinde kaçar,düşmanları olduğunu anlarlar. Oysa şekil ve görünüş bakımından daha büyük olan inekten, deveden ve filden kaçmazlar. Bu,onların içinde bulunan,öyle bir gözdür ki, onunla düşmanlarını tanırlar. Bununla beraber,sonradan olacaklar için tedbir alıp, kendilerini koruyamazlar.

4- MAKULAT: Ruhun dördüncü yeri burasıdır. Bu dereceye kadar insan hayvan seviyesindeiken,bu derece ile hayvanlardan ayrılır.
Bu derecede gerçekleri görür. Hissin, hayalin ve kavramların ulaşamadığı şeyleri anlar.İleride olabilecek şeylerden sakınır. İşlerin aslını ve doğrusunu görüntülerinden ayırd eder. Bir şeyin bütün şekillerini kaplayan gerçeğinin sınırını anlar. Bu dünyada görülebilen şeyler sonsuz değildir. Zira görülen veya varlığı hiss edilen şeyler cisimdir. Cisimler ise sınırlıdır,sayılıdır.Hisler âleminde bulunmak, herkesin dolaş abildiği yeryüzünde yürümek gibidir. Ruhla ilgili ve işlerin aslı olan dördüncü âlemde dolaşmak ise su üzerinde yürümek gibidir. Mefhumlar derecesinde olmak, su ile toprak arasında bulunan gemi gibidir. Dördüncü derece olarak söylediğimiz mahlukat derecesinin ötesinde, Peygamberlere, evliyalara ve
mutasavvıflara ait bir derece daha vardır. Bu derecede bulunmak ta havada dolaşmaya benzer. Onun için,Peygamberimiz buyuruyorki: ” İsa (A.S.) su üstünde yürüdü. Eğer Allah’ı daha iyi bilseydi, uçardı.” Demek ki insanın asıl bulunduğu yer idrak (kavrama) âlemleridir.Son ulaştığı yer ise melekler derecesidir. O halde insan, hayvanlığının en aşağı derecesinden, meleklerin en yüksek derecesine yükselebilir. Alçalmak ve yükselmek insanın elindedir. O ise en aşağıya düşme tehlikesiyle vaya en yükseğe çıkma mutluluğuyla karşı karşıyadır. Bu tehlike için Yüce Allah buyuruyor ki: “Biz emaneti (Allah’a itaat ve ibadeti) göklere, yere ve dağlara teklif ettik te onlar bunu yüklenmekten çekindiler, ondan korktular da onu insan yüklendi. Çünkü o çok zâlim ve cahildir.” AHZAB SURESİ, Ayet : 72 Cansızların bir şeyden haberleri olmaz ve dereceleri değişmez. Öyle ise düşünceleride olmaz. Meleklerin çok yüksek dereceleri vardır. Kendi derecelerinin dışına çıkmazlar. Herbiri olduğu derecede kalır.Yüce Allah buyuruyor ki: “(Melekler derlerki: ) Bizim her birimizin bilinen bir makamı vardır.” SAFFAT SURESİ, Ayet:164 Hayvanlar en aşağı derecededir ki, yükselmeleri de mümkün değildir.İnsan en aşağı ile en üstün arasında, tehlikeli bir yerdedir;devamlı ilerleyerek meleklere ulaşması mümkün olduğu gibi, alçalıp hayvanlar seviyesine de inebilir. Yüce Allah’ın ayette bahsettiği emaneti yüklenmenin anlamı, tehlikeyi taşımaktır. O halde, emanet yükünü insandan başkası taşıyamaz.Gayemiz, bir çoklarının bu sözü söylemediklerini anlatmaktır. Bu kimselerin değerli bir şey olmadığı anlaşılır.Çünkü misafirler,yolcular, sürekli yerleşenlere karşı olurlar, işleri birbirine uymaz. Halkın çoğuda sürekli
yerleşmiştir, yolculuğa çıkmıyorlar. Yola çıkıp sürekli olarak arayanlar pek azdır. His ve hayaller yeri olan vatana yerleşmiş olanlara işlerin ruhu ve aslı hiçbir zaman gösterilmez. O kimseler ruhani olup, ruhlara ait işleri bilemezler. Onun için bu konu, kitaplarda çok az anlatılır. O halde ahireti tanımak konusunda bu kadarla yetinelim. Zira bundan fazlasını akıl almaz.Hatta birçok kafalar bu kadarını bile kavrayamaz.

15. KISIM: AHİRETİN VARLIĞI KONUSUNDA EN UFAK BİR ŞÜPHE BİLE DOĞRU DEĞİLDİR

Bazı akılsızlar vardırki, kendileri bir şey anlamadıkları gibi, şeriatın bildirdiğini de kabul etmezler. Ahiretle ilgili işler hakkında şaşkınlık içindedirler. İçlerini şüphe kaplamıştır. Bazen de şehvetlerinin azgınlığına kapılarak, yaradılışlarının icabına uyup ahireti inkara kalkarlar. Bu inkar önce kalplerinde oluşur, şeytan da onu artırır. Cehennemi anlatmak için bildirilenleri, insanları korkutmak için, cennet hakkında söylenenleride,tatlı hayaller olarak söylenmiş asılsız sözler zannederler. Bu yüzden bunları önemsemeyip şehvet ve arzu yularlarını alabildiğine gevşetirler. Şeriat emir
ve yasaklarını dinlemezler,şeriata uyanlara da küçümseyici gözlerle bakarlar. Şeriata uyanlar için “onlar aldanmış,aldatılmışlardır. Böyle ahmakların büyük sırları, delilleri ile anlıyabilmesi mümkün müdür?” derler.Şeriata uyanlar hakkın da böyle düşünenlere deriz ki: Eğer senin gerçek kanım buysa, bunun neticesi olarakta yüz yirmi dört bin peygamberin,
bütün evliya,âlim ve hakimlerin yanıldığını, aldandığını kabul ediyorsan ve sen ahmaklığınla bu halleri anladınsa, tabii ki bu yanılman sana gurur verir. Çünkü ahiretin aslını, ruhani azabı anlamıyorsun, ruhani şeylerin örnek ve şekillerini hisler âleminde kabul etmiyorsun.Böyle bir kimse kendi fikirlerinin doğruluğunda ısrar edip: ” İkinin birden büyük olduğunu nasıl biliyorsam, ruhun hakikatinin bulunmadığını da öyle biliyorum. Ruh devamlı olamaz. Ölümden sonra onun için maddi ve manevi
bir rahatlık veya acı yoktur” derse, onun yaradılışı bozulmuştur. Ondan ümit kesmek gerekir. Öyle insanlar için,Yüce Allah buyuruyor ki: “Sen onları doğru yola çağırırsan, bu halde asla doğru yola gelmezler.” KEHF SURESİ, Ayet : 57
Öyle birisi: “Bunun imkansız olduğunu söylemiyorum, pekala olabilir.Fakat çok uzak bir ihtimalle. İşin aslını tamamen bilmediğim ve bu hususta kesin kanaat sahibi olmadığım için, zayıf bir ihtimalden dolayı neden ömrüm boyunca her şeyden kendimi mahrum bırakıp, zevklerden uzak durayım” derse, biz de kendisine şöyle deriz: “Madem ki bu kadarını söylüyorsun, mantık gereği olarak şeriat yolunu kabul etmen gerekir.Çünkü mantığa göre, çok zayıf bir ihtimalle olsa bile büyük tehlike
mevzubahis olduğunda ondan kaçılır.” Örneğin bir yemeği yemeğe başlayacağın sırada birisi gelip “bu yemek zehirlidir” dese, o yemeği yemezsin. O adam yalancı olup, yemeğin kendisine kalması için böyle söylemiş olsa yine de yemezsin. Çünkü, zayıf
bir ihtimalle de olsa söylediği doğru olabilir diye düşünür ve kendi kendine: “Eğer yemezsem, olsa olsa aç kalırım bir şey olmaz. Ama eğer yersem, belki doğru söylemiştir. O zaman zehirlenir ölürüm” dersin.O halde, az da olsa akıl sahibi olan bir kimse, hiçbir zaman, yüz yirmi dört bin peygamberin, dünyanın en büyük evliya ve âlimlerinin hep birden söyledikleri sözü, bir falcının, bir müneccimin veya bir hıristiyan doktorun sözünden aşağı tutamaz.Çünkü, bunların sözü ile kendini biraz eziyete sokuyor, daha büyük olan acı ve ızdıraplardan kurtulmak istiyor.Az olan üzüntü ve acı, çok olan bir şeye oranla azdır. Bir kimse, dünya ömrünün,başlangıçsız ve sonsuzluk karşısında ne kadar kısa olduğunu düşünse,çektiği acıların, o büyük tehlike karşısında ne kadar az kalacağını anlar.Ve kendi kendine şu soruyu sorabilir: “Eğer onlar doğru söylüyorsa ve ben
öyle bir azapta kalırsam ne yaparım? Rahat ve zevk içinde geçirdiğim şu birkaç günün ne kıymeti olabilir? Söylediklerinin doğru olmamasıda imkansız değildir.” Sonsuzluk kavramını şöyle basit bir örnekle açıklamak mümkündür: Bütün dünya buğdayla dolu olsa ve bir kuşa her yılda bu buğdaydan bir tane yiyeceksin dense, o buğday biter de, sonsuzluk hiç azalmaz. O halde, bu
kadar uzun bir süre devam edecek olan bir azap, ruhani de olsa, cismanide olsa, hayali de olsa, nasıl çekilebilir? Dünya onun yanında ne kadardır ki? Bu düşüncede olupta, ihtiyatı elden bırakmamayı ve bu tehlikeden kaçınmayı, ister sıkıntı ile ister zan ile lüzumlu görmeyen hiçbir akıllı olamaz. Çünkü az bir ihtimal bulunduğu halde, insanlar zengin olmak için,uzun deniz yolculuklarına çıkıp, birçok sıkıntılara katlanırlar. Bir kimse de kesin bir inanç yoksa, zayıf bir zanda mı yoktur? Eğer kendine acıyorsa zayıf bir ihtimali dahi olsa, bu gerçeklere önem verir.Bunun için Hz. Ali (R.A.), bir dinsizle mücadele ederken şöyle dedi: “Eğer senin dediğin gibi -haş a Allah ve azap yoksa- o zaman mesele kalmaz. Sende kurtulursun, ben de. Fakat bizim dediğimiz gibi -Allah varsa ve azap mükafat göreceksek -biz kurtulduk, sen düştün, sonsuza dek azapta kaldın”
Hz. Ali (R.A.) o dinsizin anlayacağı bir dille konuştuğu için böyle söylemiştir, yakın sözünde ve inancında şüpheli olduğu için değil. Zira bildiği gerçek yolun, o dinsiz tarafından anlaşılamayacağını anlamıştı.O halde dünyada ahiret için azık toplamakla uğraşmayandan başkası ahmaktır. Bunun da nedeni gerçekleri görmemezlikten gelmek ve düşünmemektir. Çünkü dünyalık arzu ve hevesler, bunu düşünmelerine zaman bırakmıyor. Yoksa kesin olarak ya da büyük bir ihtimalle, hatta zayıf bir ihtimalle dahi olsa, bunları bilenlerin tümüne, mantık kuralları gereğince, o büyük tehlikeden kaçınmak, güvenilir ve ihtiyatlı bir yol tutarak Yüce Allah’ın dilemesiyle selamete kavuşmak zaruri olur.İnsanın kendisini tanıması, Yüce Allah’ı bilmesi, dünya ve ahireti öğrenmesi konuları bitti.

MÜSLÜMANLIĞIN ŞARTLARI

Müslümanlığın şartlarını dört konu halinde anlatacağız:

1. KONU: İBADETLER.
2. KONU: MUAMELÂT. (İslami kurallara göre davranmak)
3. KONU: MUHLİKAT. (Kötü huylardan arınmak)
4. KONU: MUNCİYAT. (İyi sıfatlarla donanmak)

1. KONU: İBADETLER (On kısımdan meydana gelmiş tir)

a. KISIM: EHL-İ SÜNNET İNANCINI DOĞRU ÖĞRENMEK

Müslüman olan bir kimsenin, ilk önce dili ile söylediği “La ilahe illallah Muhammedün resûllülah (Allah birdir, Muhammed de O’nun elçisidir)” sözünün manasını kalbi ile bilmesi ve inanması farzdır. Allah’ın birliğinden ve Muhammed’in elçiliğinden hiçbir şekilde şüphe etmemelidir.Müslümanlık için bu inanç ve bu inanca kalbin karar vermesi yeterlidir.Delillerle bilmek her Müslümanın üzerine farz değildir. Zira peygamberimiz, halkın delil ile bilmesini, kelam ilmi okumasını, şüphelerin araştırılıp çözülmelerini emretmiştir. Dil ile söylemeyi ve kalb ile inanmayı yeterli görmüştür. Halk için daha fazlası pek gerekmez.Fakat şüpheye düşüp, konuşmasını bilen birinin başka bir cahilide peşinden sürüklememesi için onun şüphesini giderebilecek âlimlerin bulunması gerekir. Bu ilme Kelam (Allah’tan ve O’nun birliğinden söz eden ilim) denir. Bunu bilmek farz-ı kifayedir. Yani herkesin bilmesi gerekmez.Bir toplulukta bir – iki kişinin bulunması yeterlidir. Cahil tabaka inanır,
kelam âlimi de onun inancının koruyucusu ve rehberi olur.İnsanın kendisini tanımasının aslı ise bu iki derecenin ötesinde başka bir yoldur. Bunun başlangıcı din uğrunda savaşmaktır. Din yolunda savaşmayan ve kendi arzularıyla uğraşmayan, bu dereceye ulaşamaz ve davasında tamamen haklı olamaz. Zira zararı karından fazla olur.Bu,perhiz yapmadan ilaç alan kimseye benzer.Öylelerin ölmesinden korkulur.Zira ilaç mideyi daha fena yapar,sağlık vermediği gibi, hastalığı daha da artırır.Daha önceki konularımızda değindiğimiz gibi marifetin aslından bir belirti bir iz vardır. Bunu ehli olan arar. Dünya ile ilgisini kesip onunla uğraşmayanlar ve ömründe Yüce Allah’ı aramak ve bulmaktan başka bir şey istemeyenler hariç, bunun aslını kimse arayamaz. Aslını aramak zor ve uzun bir iştir. O halde bunu bir tarafa bırakıp, herkese gerekli olan şeylerden bahs edelim. Bu da ehl-i sünnet inancıdır. Bu inanca sahip olanlar, bununla mutluluk ve kurtuluşa ereceklerdir.

ALLAH’A İNANMAK

Sen yaradılmışsın. Seni bir yaratan vardır. Bütün âlemin ve âlemde bulunan her şeyin yaratıcısı O’dur. Bu yaratan tektir,birdir. Ortağı,benzeri yoktur. O’nun varlığının başlangıcı yoktur, hep var idi. Varlığının sonu da yoktur, hep var olacak. Hep var olduğuna göre yokluk O’nun için söz konusu olamaz. Varlığı kendindendir. Yani bir başkası tarafından
yaratılmamıştır. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, her şey ona muhtaçtır.Varlığı,kendi iledir. Her şey varlıkta O’nun vasıtasıyle durmaktadır.

TENZİH (ALLAH, EKSİKLİK ve KUSURLARDAN UZAKTIR)

Yüce Allah madde değildir. O’nun için bir belirti, şekil, boyut düşünülemez. Hiçbir şeye benzemez. Hiçbir şey O’na benzemez. Ölçü ve tartı kabul etmez. Nasıl ve ne gibidir diye sorulamaz. O denildiğinde, nitelik ve nicelik olarak akla, hayale gelen her şey o, değildir. Çünkü bu akla ve hayale gelenler, O’nun yarattıklarının sıfatıdır. O,yarıdılmışlar gibi değildir. Akla, hayale gelebilen, düşünülebilen her şeyi O yaratmaktadır.Küçüklük ve büyüklük ölçüleri O’nun için söylenemez. Çünkü bunlar
madde âleminin vasıflarıdır. O ise madde değildir. Hiçbir madde ile benzerlik ve ilişkisi yoktur. Onun için bir yer düşünülemez. Şuradadır,alt tadır veya üsttedir denilemez. âlemde olan herşey (Arşın) içinde, gök ise O’nun kudret ve kuvveti altında, yönetimindedir. O,arşın üstündedir. Bu,bir cismin, diğer bir cismin üstünde olması gibi değildir. Çünkü O,cisim
değildir. Arşın üzerinde durmuş arş O’nu taşıyor demek te değildir.Arş ve Arşı tutan meleklerin tümü, O’nun lütfu ve kudreti ile duruyorlar.Dedik ki O’nun için başlangıç yoktur. Sonsuz önceden beri vardır.O zaman nasıldıysa şimdi de öyledir. Şimdiden sonra sonsuza kadar da öyle kalacaktır. O’nun zatı ve sıfatı hakkında başkalaşma değişme düşünülemez.Zira eğer s ıfatta değişme olsa, bu noksanlık olur. Noksan olan da Allah C.C. olamaz. Herhangi bir sıfatı sonradan mükemmelleşmiş olamaz. Çünkü
sonradan tam olmak için önceden noksan olmak ve tamlığa ihtiyaç duymak gerek. O zaman yaratılana muhtaç olunur. Muhtaç olan Allah olmaz.Öyleyse önceden noksansızdı,her zaman da öyle olacak. Yarattığı hiçbir şeye benzemezse de bu dünyada bilinip ahiret te görülebilir.Bu dünyada nasıl olduğu anlaşılmadan bilindiği gibi, öbür dünyada da nasıl olduğu anlaşılmadan görünecektir. Zira o görüş,bu dünya görünüşe benzemez.

KUDRET (Gücü yetmek)

Yüce Allah hiçbir şeye benzemediği halde, her şeye gücü yeter. Kudreti,gücü tamdır. Acizlik, noksanlık ve zayıflık O’nun için söylenemez.Her istediğini yaptı ve her ne isterse yapar. Gök, yer, var olan her şey O’nun kudret elinde, aciz bir şekilde O’nun emrindedir. O’ndan başka kimsenin elinde bir şey yoktur. O’nun ise yaradılmış tan bir eşi ve benzeri yoktur.

İLİM (Bilmek)

Yüce Allah’ın ilmi her şeyi kuşatmıştır. Bilinebilen her şeyi bilicidir.Göğün en üst kademesinden, yerin merkezine kadar, hiçbir şey O’nun bilgisinin dışında kalamaz. Çünkü hepsi O’ndan ve O’nun gücünden meydana geliyor. Sahralardaki kum taneciklerinden tutun,ağaçların yapraklarına, kalblerin içindekilerine ve atomların sayısına kadar her şeyi,yedi kat göğü bilir.

İRADE (İstemek, dilemek)

Alemdeki her şey O’nun istemesi ve dilemesi sayesinde mevcuttur. Çok ve az, küçük ve büyük, hayır ve şer,sevap ve günah, küfür ve iman, fayda ve zarar, değerli ve değersiz,acı ve rahat ,hastalık ve sıhhat kısacası ne varsa, her şey O’nun isteği, dileği, karar ve hükmü iledir. Bütün dünya,insanlar, cinler, melekler bir araya gelip bir gram ağırlığı kımıldatmaya çalışsalar veya bir şeyin üzerine koymak veya artırmak, azaltmak isteseler,Allah istemedikten sonra hepsi aciz kalır,yapamazlar.Yalnız O’nun dediği olur.Olmasını dilediği bir şeye, hiçbir şey ve hiçbir kimse mani olamaz.Daha önce olmuş olan, şimdi olan ve daha sonra olacak olan her şey O’nun tedbir ve takdiri iledir.

SEMİ ve BASAR (İşitmek ve görmek)

Yüce Allah bilinen her şeyi bildiği gibi, görücü ve işiticidir.Görülebilen ve işitilebilen her şeyi görür ve duyar.Uzaklık ve yakınlık O’nun duyması için farketmez. Karanlık ve aydınlık görmesini etkilemez. Kapkaranlık bir gecede yürüyen bir karıncanın ayağının sesini duyar. Toprak altında bulunan böceğin ne renk ve ne şekilde olduğunu bilir. Görmesi gözle,duymasda kulakla değildir.Bir şeyi bilmesi düşünce ile olmadığı gibi,yaratması da aletle değildir.

KELAM (Söylemek)

Yüce Allah’ın emrettiklerini yapmak herkese farzdır. Verdiği haberlerin hepsi,bütün müjde ve tehditleri doğrudur. Emir,haber, müjde ve tehditlerin hepsi O’nun sözüdür.O, diri, canlı, güçlü, duyucu ve işitici olduğu gibi, söyleyicidir de. Musa (A.S.) ile vasıtasız konuştu.O’nun söylemesi ağız, dudak, dil ve damakla değildir.İnsanın kalbindeki söz,harfsiz ve ses sizdir. Yüce Allah konuşması bu şekilde de değildir.Kur’an-ı Kerim,Tevrat,İncil,Zebur ve diğer peygamberlere gelen kitaplar,O’nun sözleridir.Sözleri O’nun Kelam sıfatıdır. Bütün sıfatarı kadimdir,öteden beri varidiler.Yüce Allah ‘ın varlığı kalbimizde biliniyor, dil ile söyleniyor.Bizim bildiğimiz sonradan oluşmuş , bilinen ise devamlı olarak varidi. Bizim Yüce Allah ‘ı anmamız mahluk (yaradılmış ). Anılan yanı Allah ise kadimdir.Kalbimizce bilinir, dilimiz onu söyler. Sayfalara yazılır. Ezberlenen mahluk değil,ezberleme mahluktur. Okunan mahluk değil, okuma mahluktur.Yazılan mahluk değil, yazma mahluktur.

EF’AL (Yüce Allah’ın yapmış olduğu işler)

Alemde var olan her şeyi Yüce Allah yaratmıştır. Hem de daha iyisi ve daha güzeli olamıyacağı bir şekilde. Yeryüzünde mevcut bütün akıllar bir araya gelse, yaradılmış olan bir şeyin daha güzel başka bir şekilde olması için düşünseler, yahut daha güzel bir tedbir düşünseler veya bir şeyi azaltıp çoğaltmak isteseler, yapamazlar. Bundan daha iyisi yapılır,diye düşünmeleri yanlıştır.Yüce Allah ‘ın işinin hikmetini anlayamadıkları için böyle söylüyorlar.Böyleleri,odada dolaşan kör gibidirler.Odada her şey yerli yerindedir ama kör görmez. Bir şeye çarpıp devirince, “Bunu niye yol üstüne, ayakların çarpacağı bir yere koyarlar?” der.Oysa o şey ayak altında değildir. Fakat kör görmediği için öyle sanıyor.Yüce Allah yarattığı her şeyi olması icab ettiği gibi doğru olarak,bir işe yaraması için yaratmıştır. Eğer yarattığından daha mükemmeli mümkün olsaydı ve onu yaratmasaydı,bu ya güçsüzlüğünden ya da cimriliğinden olurdu.Oysa bu ikiside Yüce Allah C.C için söylenemez o halde sıkıntı,
hastalık,fakirlik ve bilgisizlik gibi şeyler O’nun güçsüzlüğü değil adaletidir. Yüce Allah’ın bu şeyleri yaratmakla -haşa- haksızlık yaptığı söylenemez. Zira haksızlık, başkasının mülküne tasarruftur. Allah’ın, bir başkasının mülküne tasarruf etmesi imkansızdır. Zira O’ndan başka mülk sahibi yoktur.Olmuş olan,şimdi olan ve olacak olan her şey O’nun mülküdür. O,hepsinin sahibidir.Eş ve ortağı yoktur.

AHİRET

Yaratılan âlem iki şekildedir: Biri ruhlar âlemi, diğeri de cesetler âlemidir.Yüce Allah, ahiret için azık toplamak üzere insanların ruhunu madde âleminde,yani dünyada bulundurdu. Herkese bu dünyada kalacağı bir süre takdir etti.Bu süre sonaerince,yani insan ölünce,ahiret başlar.Ahirette artık bir azalma veya çoğalma olmaz.Ölümle ruh bedenden uzaklaştırılır.
Hesap ve mükafat günü olan kıyamette,ruh tekrar bedene verilir ve herkes dirilir. Dünyada yapmış olduklarını apaçık görür. Zira yaptıkları kitapta yazılıdır,ona teker teker hatırlatılır.Günah ve sevapları ona bildirilir.Yaptığı iyilik ve kötülükleri tartan bir terazi vardır.Bu terazi, dünyadakilere benzemez.

SIRAT

Günah ve sevaplar teraziye vurulduktan sonra, herkese Sırattan geçmesi emrolonur.Sırat kıldan ince, kılıçtan keskindir.Bu dünyada,doğru yolda yürümüş olanlar,sıratı kolaylıkla geçerler.Dünyada doğru yolda gitmeyenler ise,sırat üstünde yürüyemezler ve cehenneme düşerler.Sıratın başında herkes teker teker durdurulur ve dünyadaiken yaptıklarından sorguya çekilir.Eğer doğrulardan ise doğruluğun aslı sorulur.Yalancılar ve ikiyüzlü olanlar ise utandırılır,rezil edilir.Kıyamette bir grup hiç hesap sorulmadan cennete gönderilir.Bir kısmının hesabı kolay olur,bir kısmının da zor olur.Hesaptan sonra bütün Kâfirler
cehenneme atılır.Oradan hiçbir zaman çıkmazlar.Müslümanlara gelince,dünyada iken Allah’a ve peygamberlerine uyanlar cennete gönderilir.Onların sözünü dinlemeyip baş kaldıranlar ise cehenneme gönderilir.Bu cehenneme gönderilenlerden peygamberlerin ve din büyüklerinin şefaatine kavuşanlar affedilir.Şefaat olunmayanlar ise cehenneme giderler.Cehennemde günahı miktarınca ceza çektikten sonra cennete götürülürler.

PEYGAMBERLER

Yüce Allah insanları yaratıp, mutluluk ve felaketlerini yaptıkları işlere bağlayınca, hangi işin doğru, hangisinin yanlış olduğunu kendi başlarına anlayamayacaklarını bilip, rahmet ve lütfu ile peygamberleri yarattı.Yüce Allah ruhları yaratırken saadete kavuşmalarına hükmettiği kimselerin bu hususta aydınlatılmaları için, peygamberleri gönderip onlara yol göstermelerini emretti.İyi ve kötü yolları göstermeleri için insanların arasına gönderdi.Böylece hiç kimse, biz doğru ile eğriyi bilmiyorduk diye bir mazeret ileri süremez. Yüce Allah en son olarak bizim peygamberimizi,Hz. Muhammed Mustafa S.A.V.’i yaraTılmışlara doğru yolu göstermesi için gönderdi.O’nun peygamberliğini, daha fazlası mümkün olamıyacak en büyük derecede eyledi ve peygamberlerin sonuncusu yaptı. Ondan sonra hiçbir peygamber gelmeyecektir. Bütün yaratılanların;insanların,cinlerin ona uymalarını emretti.Onu bütün peygamberlerin efendisi yaptı.Onun ashab ve ümmetini, bütün peygamberlerin ashab ve ümmetinden daha iyi yaptı.

I’ve seen so far is in perfect

http://www.lovepowerman.net

http://www.lovepowerman.com

ibrahim uzun web site admin



Yorum Yapın