http://lovepowerman.com

KİMYÂ-YI SAÂDET İMAM-I GAZALİ KENDİNİ TANIMAK-3

16 Temmuz 2010 | Kategori: Tasavvuf

2. KONU: YÜCE ALLAH’I TANIMAK

1. KISIM: KENDİNİ BİLMEK YÜCE ALLAH’I BİLMENİN ANAHTARIDIR (Bu konuyu on kısımda inceliyeceğiz)

Peygamberlerin getirdiği kitaplarda, insanlara hitap eden şu söz meşhurdur: “Ey insan ! Rabbini tanımak için ken dini tanı.” Aynı şekilde insanın kendisinin bir ayna olduğunu, ona bakanın hakkı gördüğünü belirten şöyle bir söz vardır: “Kendini bilen, Rabbini de bilir.” Birçok insan kendisine bakar fakat hakkı görmez. Öyleyse kendini bilmekle, Yüce Allah’ı nasıl tanımanın yollarını bilmek lazımdır. Bu iki şekilde olur. Birisi çok derindir, herkes anlıyamaz. Onun için bundan bahs etmeyeceğiz. İkincisi ise herkesin anlayabileceği, su götürmez bir şekilde açıktır. Doğru düşünen halktan biri kendi aslının varlığından,
Allah ‘ın aslının varlığını, kendi özelliklerinden, Allah’ın özelliklerini, kendi vücut ve organları olan öz memleketi üzerindeki tasarruftan, Yüce Allah’ın bütün âlemin üzerindeki tasarrufunu anlayabilir.
Bunu şöyle izah etmek mümkündür: İnsan kendi varlığını düşününce anlarki: Ondan önce nice yıllar geçmiş ve bu yıllarda kendinin hiçbir belirtisi olmamış . Bu konuda,Yüce Allah buyuruyor ki:”Gerçekten insan, var edilip bahse değer bir şey olana kadar, şüphesiz,uzun bir zaman geçmemiş midir? Muhakkak ki biz insanı karışık bir nutfeden (meniden) yaratmışızdır. Onu deneyeceğiz. Bu yüzden ona kulak ve göz verdik.” DEHR SÜRESİ, Ayet: 1-2
İnsanın kendi aslından anlayabildiği ilk şey, varlığından önce bir damla su olduğudur; fena kokulu, kendisinde akıl, göz, kulak, el-ayak, dil, damar,sinir, deri vs . gibi şeyler bulunmayan, beyazımsı bir damla su. Akıllara durgunluk veren bütün durumlar bir damlacık o sudan meydana gelmiştir.Bunu kim yapmıştır?Kendisi, mükemmel halindeiken bile, bütün organları yerli yerinde olduğu halde bir kıl ucu yaratamayacağını zaruri olarak bilir. Öyleyse bir su damlası iken daha güçsüz ve eksikti. Sonuç olarak anlaşılırki, kendi aslının varlığından, Yüce Allah ‘ın aslının varlığı belli olur.Daha önce bir kısmını anlattığımız vücudundaki açık ve gizli şaşkınlık veren durumlara bakınca, kendini yaratanın gücünü görür ve anlar ki,istediğini istediği gibi yaratan eksiksiz bir güçlü karşı karşıyadır. Bir damlacık sudan, düşünen, güzel görünümlü,akılları durdurucu özelliklere sahip insanı yaratan güçten daha üstün hangi güç olabilir?Kendinde bulunan akıl almaz bu inceliklere, organlarının faydalarına ve herbirinin ne hikmette yaratıldığına, el, ayak, göz, diş ve dil gibi görünen dış ,dalak,ciğer ve öd kesesi gibi görünmeyen iç organlarına bakınca,kendini yaratanın ilmini bilip, bu ilmin eksiksiz ve herşeyi kuşatmış olduğunu, böyle bir âlimin bilemiyeceği hiçbir şey olmadığını anlar.Çünkü bütün akıllar bir araya gelse, kendilerine çok uzun bir süre tanınsa bu organlardan birini, yaradılmış olduğu şekilden çıkarıp daha iyi bir şekle sokamazlar.Mesela, bütün dünyanın akıllıları bir araya gelse, yemekleri parçalamak için keskin olan ön dişleri, ezmek ve öğütmek için uçları düz olan azı diş leri, değirmene ezip öğütebileceği yiyecekleri atan dil küreğini,yemekleri sindirmek için dilin altındaki bezlerden salgı yapan kuvveti,sonra boğaza gidip oradan da geçmesini sağlayan gücü bundan daha
üstün ve daha iyi bir şekilde yapamazlar.Elin beş parmağı da böyledir: Dördü bir tarafta bitişik, baş parmak ise
onlardan daha kısa ve yalnız başınadır, hepsiyle teker teker birleşebilir.Diğer dört parmakta üçer boğum, baş parmakta ise iki boğum vardır. Bu parmaklar öyle yapılmışlardırki, istenirse tutar, istenirse avuç yapar, kürek gibi olur, yumruk olur, tekrar açılır, kevgir ve tabak gibi olur. Bu girdiği şekillerle nice işler yapar. Bütün dünyanın âlimleri bir araya gelip, parmakların yaratılışında başka şekil düşünseler, beş yerine dört veya altı parmak, boğumlar daha fazla olmalı deseler ve düşünseler bu söz ve düşünceleri eksik kalır. Yüce Allah ‘ın yarattığı en üstündür. Bundan anlaşılır ki, yaratanın ilmi her şeyi sarmıştır ve o, her şeyi bilendir.İnsanın her organında böyle hikmetler ve faydalar vardır. Bir kişi bu hikmetleri ne kadar çok bilse, Yüce Allah’ın ilminin sonsuzluğuna o kadar çok hayran kalır.İnsan kendi ihtiyaçlarını örneğin ilk sıralarda yer alan yemeği, giymeyi ve evi düşününce ve yediği şeylerin yağmura, rüzgara, buluta, sıcağa ve soğuğa muhtaç olduğuna dikkat edince, onu mükemmelliğe kavuşturacak sanatlara ve sanat için gerekli olan demir, tahta, bakır, pirinç ve diğer
aletlere, bu aletlerin nas ıl yapıldığına dair bilgilere bakar. Sonra gerek yaratılan ve gerekse yapılan şeylerdeki şekil ve güzelliğin en mükemmel olduğuna, her birsinden o kadar çeşit var ki, eğer yaratılmamış olmasalardı,kimsenin aklına gelmeyeceklerine ve istenmeyeceklerine dikkat ederse, bu istenmeyen ve bilinmeyen şeylerin lütuf ve merhamet sonucu var olduğunu görür. Bu da, bütün yaratıklara lütuf, rahmet ve yardımdır. Bu hususta,Yüce Allah buyuruyor ki:
“Rahmetim, gazabımı aşmıştır.”Peygamberimiz buyuruyor ki:”Yüce Allah’ın kullarına şefkati, bir annenin süt emzirdiği çocuğuna
şefkatinden daha çoktur.”O halde kendi aslının varlığından, Yüce Allah ‘ın varlığını görür. Kendi uyumluluğu, organlarının çeşit ve çokluğundan Allah’ın gücünün sonsuzluğunu görür. Çevresindeki sayısız hikmet ve faydalara Allah’ın ilminin sonsuzluğunu görür.Mutlaka gerektiği veya lazım olduğu için yahut iyilik ve güvenlik için kendisinde bütün organların bir arada yaratıldığını anlayınca, Yüce Allah’ın sonsuz lütuf ve rahmetini görür. İşte bunun için kendini tanımak, Yüc e Allah’ı bilmenin anahtarıdır.

2. KISIM: YÜCE ALLAH’IN BÜTÜN NOKSANLIKLARDAN UZAK VE ULU OLDUĞUNU BİLMEK

İnsan kendi varlığından, Allah’ın varlığını, kendi sıfatlarından Allah’ın sıfatlarını bildiği gibi, Yüce Allah’ın eksiksiz ve ululuğunu da kendi mükemmellik ve üstünlüğünden bilir. Yüce Allah düşünülebilen her türlü noksanlıktan uzak ve uludur. Onun emir ve bilgisi dışında hiçbir şey olmadığı halde, kendisine bir yer belirtilmekten uzaktır. İnsan bunun örneğini kendisinde görebilir: Kalb dediğimiz ruhun aslı, akla ve hayale gelebilen herşeyden uzaktır. Onun için ölçü ve sayı olmadığı gibi,
bölünemez de. Bunu daha öncesi satırlarımızda işlemiştik. Böyle olunca ruh için renk ve şekil de düşünülemez. Şekilsiz ve ölçüsüz veya benzerini gördüğü şeyler hayal edilebilir. Yani hayal edilen, gözün gördüğü şekil ve renklerden başka bir şey değildir.”Nasıl bir şeydir?” sorusunun anlamı, yaradılış icabı olarak, şekli nasıld ır,küçük müdür, büyük müdür? demektir. Bu özellikleri kendisinde bulundurmayan bir şey için “nasıl?” sorusu yersiz ve anlamsızdır.Hakkında “Nasıldır?” sorusunun sorulamayacağı bir şeyi öğrenmek istersen, kendi aslına bak. Allah’ı tanıma kaynağı olan senin aslın bölünmez, ölçülmez, nitelik ve niceliğe sığmaz.

SORU: Ruh nasıl şeydir?

CEVAP: Ruh için “nasıllık” yoktur. Zira nasıllık ancak görülen, ellenen şeyler içindir. Oysa ruh bu özelliklere sahip
değildir.İnsan kendine ait bu özellikleri bilince, Yüce Allah’ın noksanlık ve ululuğa daha layık olduğunu anlar. İnsanoğlu, nasıl olduğu bilinmeyen bir varlığa şaşarlar. Aynı şaşkınlık kendileri için de mevzu bahistir. Çünkü kendilerini bilmezler. Eğer kendi kendine dikkat ederse, nasıl olduğu bilinmeyen binlerce şey bulur. Bunların hiçbiri görülmez. Örneğin, aşk ve üzüntü.Bunların nasıl olduğunu bilmek istese de yine bilemez. Çünkü böyle şeylerin şekli ve rengi yoktur. Böyle bir sorunun sorulması bile yersizdir.Yine birisi sesin aslını öğrenmek istese veya kokunun, tadın aslının ne olduğunu bilmek istese,bilemez. Çünkü nasıllık ve nicelik ancak görülen veya hayal edilen şeyler içindir. Ses gibi, kulakla ilgili olan şeyden, gözün nasibi yoktur. Onun için de sesin nasıl ve neye benzediğini öğrenmek istemesi olacak şey değildir. Çünkü ses , gözün görebileceği şeylerden değildir.Renk ve şekil de kulağın farkına varacağı şeylerden uzaktır. Bunun gibi
gerekli olan bir şeyi kalbin anlaması ve aklın bilmesi, diğer his organlarının bilgisi kapsamına girmesi düşünülemez. Ancak nasıllık ve niceliği olan şeyler, duyu organları içindir. Aslında bu konuyu geniş olarak derinlemesine incelememiz icab eder. Fakat biz bunu akli ilimleri anlatan kitaplarımızda derinlemesine açıkladık. Elinizdeki kitabımız için, bu kadarı kafidir. Gaye, insanın kendisini bilmeden, Allah’ı bilemeyeceğini anlamaktır.Herkes bilir ki ruh vardır ve vücud un padişahıdır. Vücutta biline bilen herş ey onun ülkesidir. Ama kendisinin, yani ruhun nasıl bir şey olduğu bilinmez. Bunun gibi kainatın padişahı olan Yüce Allah’ın da nasıl olduğu bilinemez, his sedilip bilinen herşey O’nun memkeletidir.Yüce Allah’ın her türlü noksanlıktan uzak olduğunu belirten başka bir şeyde, O’nun için hiçbir mekan düşünülememesidir. Ruh da hiçbir şeye
bağlanamaz: Ruh eldedir, ayaktadır, baş tadır ve başka bir yerdedir,denilemez. Vücudun bütün kısımları ayrılıp bölünebilir, ama o bölünemez.Bölünemeyen bir şeyin bölünene girmesi imkansızdır. Zira o zaman, onunda bölünebilir olması gerekir. Bir şey olduğunu söyleyemediğimiz halde,hiçbir uzuv onun kullanımının dışında kalamaz. Tam aksine hepsi onun emri ve kullanımı altındadır. Hepsinin yöneticisi odur. Bütün kainat da Yüce Allah ‘ın emir ve kumandası altında olduğu halde, kendisine bir yer düşünülemez, şuradadır denemez.Büyüklüğü, ululuğu bu şekilde açıklayamayız. Çünkü onu beşekilde anlatmak, ancak ruhun özelliklerini ve sırrını açıklamakla mümkün olur.Buna da izin yoktur. Ancak bunlar sevgili peygamberimizin şu sözleriyle
açıklamak mümkündür:”Yüce Allah insanın aslını, kendi suretinde yarattı.”

3. KISIM: YÜCE ALLAH’IN SARSILMAZ HAKİMİYETİ

Yüce Allah’ın zatının varlığını, sıfatlarını, her türlü noksanlıktan uzak ve Yüce olduğunu, bütün bunların anahtarının da insanın kendisini tanımak olduğunu öğrendik şimdi O’nun mülkünde padişahlık ve hükümdarlığını nasıl sürdürdüğünü, meleklerin ona nasıl uyduğunu ve meleklere ne gibi işler verdiğini, gökten, yere nasıl emir gönderdiğini göklerin ve yıldızların
nasıl hareket ettiğini, yerde olanların işlerinin göklere nasıl bağlı olduğunu ve rızık anahtarının ne biçim göğe havale edildiğini öğrenelim.Yüce Allah ‘ı tanımak için, bunlar önemli konulardır. Buna “fiilleri, yaptığı işleri tanıma” denir. Daha önce işlediklerimize ” zatını ve sıfatlarını tanımak” dediğimiz gibi.Yüce Allah ‘ın yaptığı işleri bilmenin anahtarı da yine kendini tanımaktır.İnsan, kendi memleket indeki padişahlığını nasıl yürüttüğünü bilmezse,kainatın padişahının hükmünü ne biçim yürüttüğünü nasıl bilebilsin?Bunu bilmek için insanın önce kendisini tanıması ve bir işi nasıl yaptığını bilmesi lazımdır. Örnek olarak kağıt üzerine besmele yazmak isteyen bir insanda ne gibi şeylerin olduğunu görelim: Önce insanda arzu ve istek meydana gelir. Sonra kalpte bir hareket ve kımıldanma hissedilir. Bu insanın göğsünün sol tarafında bulunan etten meydana gelmiş yürektir.Ondan hoş nazik bir cisim hareket ederek beyne gider. Buna doktorlar ruh diyorlar. Bu ruh, his ve hareket kuvvetlerini taşımaktadır. Hayvanlardaki ruh daha baş kadır; ölebilir. Bizim kalb dediğimiz ruh ise, hayvanlarda
yoktur. Asla ölmez. Çünkü o, Yüce Allah’ın bilme, anlama yeridir. Kalpten çıkan ruh beyne ulaşınca, besmelenin şekli, hayal kuvvetinin yeri olan beynin merkezinde meydana gelir. Beyinden çıkan sinirler her tarafa dağılır, parmakların ucunda iplik gibi düğümlenir. Bu sinerler beyinde uyarılır. Zayıf ve kuru olanların kollarında bu sinirleri görmek mümkündür.Sonra sinirler harekete geçer, parmakların uçları kımıldanır ve parmaklar kalemi harekete geçirir. Böylece, hislerin yardımıyle hayalde meydana gelen besmelenin şekline uygun olarak besmele kağıt ta meydana gelir.Bunda bilhassa gözün yardımı çok olur.
Nasıl bu işin başlangıcında insanda bir istek meydana geliyorsa, her işin başlangıcında da Yüce Allah’ın bir sıfatı vardır. Buna irade denir.İnsandaki iradenin, isteğin ilk etkisi kalpte meydana geldiği ve sonra diğer yerlere dağıldığı gibi, Yüce Allah’ın iradesinin etkisi de önce Arş’t a meydana gelir, sonra diğer yerlere ulaşır. Ruhun, eseri beyne ulaştırması
gibi Yüce Allah’ın zarif bir cevheri de o eseri Arş’a ulaştırır. Arştan da yere iner. Buna melek, ruh veya ruhul-Kudüs denir. İnsandaki iş ve arzu olan besmelenin beyinde şekillenmesi ve buna uygun olarak ortaya çıkması gibi,kainatta meydana gelen her şeyin şekli de önce Levh-i Mahfuza yazılır.Beyindeki kuvvetin sinirleri, sinirlerin el ve parmakları, parmakların da kalemi harekete geçirdiği gibi. Gök ve yerdeki cevherler de, gök ve yıld ızları harekete geçirir.Beyin, kendisine bağlı olan kas ve parmak sinirlerini harekete geçirdiği gibi, melek dediğimiz cevherler de yıld ızlar ve onların ışınları vasıtasıyle dünyaya gelir ve dünyadaki dört şeyi harekete geçirirler. Bu dört şey sıcaklık, soğukluk, yaşlık ve kuruluktur.Besmele meydana gelecek şekilde kalem hareket ettirildiği gibi, bu sıcaklık ve soğukluk suyu ve toprağı harekete geçirir. Kağıdın mürekkebi kabul etmesi, mürekkebin bazı kısımlarda dağılması, bazı kısımlarda toplanması gibi, yaşlık ve nemlilik bu dört unsura şekil verir. Kuruluk bu şekillerin bozulmasını önler. Yaşlıkta şekillerin oluşmasını sağlar. Eğer kuruluk ve yaşlık olmazsa şekiller bozulurdu. Gözün de yardım etmesi sonucunda,kalemin hareketini tamamlaması, hayaldekine uygun olarak besmelenin
yazılması gibi, meleklerin yardımıyle, sıcak ve soğukluğun bu unsurları harekete geçirip, hayvan, bitki ve diğer şeyler bu dünyada, Levh-i Mahfuzdaki şekilde meydana gelirler.Vücut ta bütün işler önce kalpte meydana gelip sonra diğer organlara
dağıldığı gibi, dünyadaki işler de önce Arş da meydana gelip, sonra dünyaya ulaşır. Bu özelliklerin ilk önce kalbin kabul ederek, diğer organların ondan aşağı olması, kalbte bir yer tutup, oraya yerleşmesi düşüncesi gibi, Yüce Allah’ın Arş vasıtasıyla her şeyi yönetmesi de,Allah ‘ın orada olduğu izlenimini yaratır. İnsan kalbine sahip olup, işleri doğru yaptığı ve memleketi olan vücudu iyi idare ettiği gibi, Yüce Allah da Arşın yaratılmasında, arşı emri altına alıp onu doğrulttu. Kararlı yaptı.Böylece memleketinin düzeni sağlanmış oldu. Bu husus ta,Yüce Allah buyuruyor ki:”Rabbiniz, arşın üzerinde hükümran olan, her işi yerli yerinde düzenleyendir.” Yunus : 3.
Bütün bunlar doğrudur. Kalb gözü açık olanlara bildirilmektedir. Bu husus ta:Peygamberimiz buyuruyor ki:
“Yüce Allah, insanın hakikatini, kendi suretinde yarattı.”
Padişahı ve padişahlığı en iyi padişahlar bilir. Eğer böyle olmas aydı, bir memlekette herkes padişah olurdu. Yüce Allah’ın mülkünden ve padişahlığından insana bir parça verilseydi, o zaman âlemlerin Rabbini tanıyamazdı. O halde herkes kendi için yaratılmış olan padişahlığa şükretmelidir.Allah, insana vücudunun padişahlığını ve kendi memleketine benzeyen bir
memleket vermiştir. Kalbi Arş (en üs tün) kalbin kaynağı olan hayvani ruhu israfil, beyni yer, hayal hazinesini Levh-i Mahfuz, göz, kulak ve bütün duyguları birer melek, sinir sis teminin merkezi olan beyinciği de gökler ve yıldızlar gibi yaratmış tır.Parmağı, kalemi ve mürekkebi emrine verdi, insanı, tek ve nasıl olduğu pek belli olmayan bir şekilde yaratıp hepsine padişah yaptı. Sonra da insana:”Sakın kendinden ve hükümdarlığından habersiz olma ki, seni yaratandanda habersiz olmayasın” buyurdu. O halde ey insan! “Kendini bil ve Rabbini tanı.”

4. KISIM: ÖNCEKİ KONUYA İLAVE

İnsanın padişahlığı ile Yüce Allah’ın padişahlığı arasında yaptığımız karşılaştırmada, iki büyük gerçek ortaya çıktı:

Birincisi: İnsanın kendini tanıması, organlarının güven ve özellikleri,sıfatlarının ve kuvvetlerinin kalbe nasıl bağlı olduğu. Bu, kitabımızın kapsamını açacak çok uzun bir konudur.

İkincisi: Alemlerin padişahının memleketinin, meleklere olan bağlılığın açıklanması, meleklerin birbirleri ile bağları,göklerin, yerin ve Arş’ın meleklerle olan ilgisi. Bu konu diğerinden daha uzundur. Bu kadarını anlatmamızın gayesi akıllı olanların inanması ve Yüce Allah’ın büyüklüğünü bununla bilmesidir. Akılsız olanların da bu güzelliklerle,açıklamalarımızdan mahrum kalmaları, gerçeklerden ne kadar habersiz olduklarını ve nasıl aldandıklarını bilmesidir. Zaten halk Yüce Allah’ın cemalinden ne anlayabilir? Halkın anlamasını temin etmek için bu anlattıklarımız nedir ki?

5. KISIM: TABİATÇI ve ASTROLOGLARIN ZAVALLILIĞI

Zavallı ve kıt görüşlü tabiatçılarla astrologlar (gök bilimiyle uğraş anlar,gök bilimciler) bütün olayları tabiata ve yıldızlara bağlarlar. Bunların durumları kağıt üzerinde yürüyen karıncalara benzer. Karalanan ve üzerinde şekil meydana gelen bir kağıt görür, dikkat eder, kalemin ucuna bakıp sevinir: “İş te bu işin aslını öğrendim ve inandım ki şekilleri kalem yapıyor.” der. Dünyadaki hareket ve olayları izah etmekten aciz ve cahil bir tabiatçı da bu karınca gibidir.Sonra gelen daha uyanık ve geniş görüşlü ikinci bir karınca: “Sen hata yaptın. Çünkü ben bu kalemin kendi başına değil de, ona bu şekilleri
yaptıran başka bir şey daha görüyorum.” der ve sevinerek: “Doğrusu anladım ki bu şekilleri yapan kalem değil de parmaktır. Kalem ise onun emrindedir” diye ilave eder. Bu da biraz daha geniş görüş sahibi olan ve olayların, tabiat gücüyle değil de yıldızlar vasıtasıyla meydana geldiğini zanneden, fakat bu yıldızların meleklerin emrinde olduğunu, daha yüksek derecelerin var olduğunu bilmeyen astrolog gibidir.Madde âleminde tabiatçılarla gökbilimciler arasında bir fark, bir ihtilaf
konusu mevcut olduğu gibi, ruhlar âlemine yükselen insanlar arasında da bu ihtilaf vardır. Çünkü birçok insan madde âleminde büyük ilerlemeler kaydedip, madde ötesi baş ka bir şeye kavuştular. Sonra önceki dereceye indiler. Böylece ruhlar âlemine yükselme yolu onlara kapandı.Nurlar âlemi olan ruhlar âleminde de bunun gibi tehlikeli geçitler ve aşılması güç birçok engeller vardır. O derecelerin bazısı yıldız, bazısı ay,bazısı da güneş gibidir. Bu merdivenler, göklerin hükümranlığı, saltanatı kendilerine gösterilen kimselerin çıkabileceği yerlerdir. Bu husus ta Yüce Allah Hz.İbrahim hakkında,Buyuruyor ki
“Biz kesin ilme sahip olması için İbrahim’e göklerin ve yerin acaip güzelliklerini öylece gösterdik.” EN’AM SURESİ, Ayet : 75
Hz. İbrahim demiştirki:
“Elbet te yüzümü göklerin ve yerin yaratıcıs ı olan Allah’a döndüm.” EN’AM SURESİ, Ay et : 79
Sevgili Peygamberimiz de buyuruyor ki:
“Muhakkak ki Yüce Allah için yetmiş nur perdesi vardır: Eğer onları
açarsa, güzelliği kendisine bakanları yakar.”Bunları anlatmaktaki gayemiz zavallı tabiatçıların her şeyi sıcaklığa,
soğukluğa, yaşlığa ve kuruluğa bağlamalarının tamamen yanlış olmadığını bildirmektir.Yanılgıları, kıt görüşlü oldukları için ilk basamağı aşamamalarından ve bu basamakta tabiiliği değil asıllığı, hizmetçiliği değil efendiliği ispat etmek istemelerinden ileri geliyor. Halbuki bu tutumuyla kendisini, en arkada,ayakkabıların bulunduğu yeri seçen, pejmürde kılıklı hizmetçilerin durumuna sokmuş tur.Bütün sebepleri yıldızlara bağlayan gökbilimciler de, eğer böyle olmasaydı, gece gündüz aynı olurdu, diyorlar. Çünkü dünyayı aydınlatan ve ısıtan güneş adlı yıldızdır. Kış ve yaz aynı olurdu, diyorlar. Çünkü yaz
ve kış dünyanın güneşe yakınlaşıp uzaklaşmasından ileri geliyor. Güneşi ışık ve ısı saçıcı olarak yaratan Yüce Allah’ın gücü, Zuhal’ı soğuk ve kuru,Zühre’yi de sıcak ve nemli yaratsa, hiç şaşmamak gerekir. Bu görüş İslamiyete ters düşmez. Gök bilimciler yanıldığı konu, yıldızları asıl ve işlerin havale edildiği son yer zannetmeleri ve onların bir güç ve yönetim
altında olduklarını görmemeleri ve:”Güneş ,ay ve yıldızlar, Allah’ın emri altındadır”A’RAF SURESİ, Ayet : 54
ayeti celilesini bilmemeleridir.Ancak emir altında olan iş yapar. O halde güneş , ay ve yıld ızlar,kendilerine verilen görevi yerine getiren işçilerdir. Kendiliklerinden değil,emri altında bulundukları meleklerin vasıtasıyla iş yaparlar. Bunlar etrafın tahriki ile iş yapan sinirlerin, merkezi beyin tarafından yönetilmelerine benzer. Kalemin yazı yazması gibi küçük işler, bunların emri altında olup,geri saflardaki dört ana unsur şeklinde olmadıkları ve hatta baş köşede oturdukları halde, yıldızlar da birer hizmetçi gibidir.

6. KISIM İNSANLAR KÖRLERE BENZERLER

İnsanlar arasındaki ayrılıkların çoğu, hepsinin sözünde gerçek bir şeyin bulunmasından ileri gelir. Fakat bazıları görmedikleri her şeyi gördüklerini zannederler. Bunlar, şehirlerine geldiğini duydukları fili tanımak isteyen körlere benzerler. Körler, fili ellemek suretiyle tanıy abileceklerini zannederler. Ona dokunduklarında, birisinin eli hayvanın kulağına, bir baş kasının ki baldırına, diğer birinin ki de dişlerine rast gelir. Bu körlerin hepsi bir araya getirilip, filin nasıl olduğu kendilerinden sorulduğunda, eli filin ayağına gelen, fil sütun gibidir, eli hayvanın diş lerine rastlayan, fildirek gibidir. Eli kulağına gelen, fil halı gibidir,der. Aslında hepsi de kendilerine göre doğru söylerler ama hepsi de yanılırlar. Zira her biri fili tamamen anladığını sanır. Ama anlayamazlar.Gök bilimciler ve tabiatçıların durumu da buna benzer. Her birinin gözü,Yüce Allah’ın emrinde hizmet gören bir şeye takılır. Onun saltanat ve hakimiyetinden şaşırıp biri “Benim hakimim budur” diğeri: “Benim rabbim budur” der. Bu durum, daha ileri görüşlü birinin çıkıp bütün noksanlıkları
ve onun ötesinde olan şeyleri görerek: “Bu diğerinin altındadır, altta olan ilah olamaz” deyinceye kadar devam eder. Kur’an-ı Kerimin bildirdiğine göre İbrahim Peygamber de “Batanları, örtülenleri sevmem” demiyor mu?

7. KISIM YILDIZ ve BURÇLARIN PADİŞAHIN KUDRETİNE BENZETİLMESİ

Yıldızlar, uydular,burçlar ve hepsinin ötesinde, çok uzakta olan Arş bir bakımdan, vezirinin oturduğu özel bir oda ve bu oda etrafında on iki pencereli bir salonu bulunan padişahın durumuna benzer. Pencerelerden her birinde vezirin bir vekili, bakanı bulunur. Bu on iki pencerenin etrafında da, hayvanlarına binmiş devamlı dolaşan yedi binici vardır.Vezirden gelen emirleri on iki vekilden alırlar.Bunun gibi Arş vezirin bulunduğu özel odadır. Vezir vazifesinde olan melek, Allah’a en yakın melektir.Yıldızların bulunduğu yer salon, on iki burçta on iki penceredir. Vezirin bakanları, diğer meleklerdir.Karşılaştırmamız gereğince vekil durumunda olan meleklerin dereceleri,Allah’a yakın olanlarınkinin derecesinden daha aşağıdır. Her birisi bir ilim sahibidir. Güneşin yedi gezegeni, burçların etrafında dolaştığını söylediğimiz yedi binici gibidir. Bu biniciler, on iki pencerenin etrafında dolaşır ve her pencereden kendilerine bir emir verilir.Dört eleman denilen ateş,su,hava ve toprak, dört yaya kendi yerlerinden ayrılmayan dört hizmetçi gibidirler. Sıcaklık, soğukluk, yaşlık ve kuruluk olan tabiatın dört kuvveti, hizmetçilerin elindeki dört kemend gibidir.Örneğin bir kimsede, onu dünyadan vazgeçirecek üzüntü ve korku, dünya nimetleri kalbine iyi gelmeyecek ve sonunda endişe edecek bir durum meydana gelirse, doktor, ona hasta oldu der. Buna mali hülya hastalığı denir. Bunun ilacı,kaynatılmış kimyondur.Tabiatçı, bu hastalık, tabiat taki kuruluğun beyni kaplamasından ileri gelirder. Bu kuruluğun sebebi de kış havasıdır. Bahar gelip havadaki nem oranı artmayınca, hastalık iyileşmez.Gökbilimci der ki, onda meydana gelen bu hastalık sevdadır. Sevda, Merih ile aralarında beğenilmeyen bir uygunluğun meydana geldiği Utarit yıldızından ileri gelir. Utarit , Zühre ile Müşterinin yanına gelmeyince,yahut araların da üç burç uzaklık olan iki yıldız biraraya gelmeyinceye kadar, bu durum iyi olmaz. İkisi de doğru söylüyor. Ama her birisi bildiği
kadarınca. Bu konuda,Yüce Allah buyuruyor ki:”Bu, onların kavuş tukları ilmin miktarıncadır.”NECM SURESİ, Ayet : 30
Yüce Allah katında saadetine karar verilen kimse için, Utarit ve Merih denen iki usta ve iş yapar vekil gönderilir.Piyadelerden biri olan hava,kuruluk kemendini atar. Böylece bu hava onun başına ve yüzüne düşüp,yüzünü dünya nimetlerinden çevirir, korku ızdırap kamçısı ve irade-istek dizgini ile de Allah’ın huzuruna davet edilir. Bu ne tıpta, ne tabiat ta ve ne de astronomi bilgilerinde bulunur. Bu, ancak Allah ‘ın vekil ve hizmetçilerini içine alan, her birinin ne işle uğraşıp hangi emirle hareket ettiğini, insanları neye çağırıp, neden yasakladığını bilen peygamberlerine mahsus ilim denizinden çıkmaktadır.O halde, her birisinin söylediği, kendi bildiğince doğrudur. Fakat memleketin yöneticisinin ve kumandanlarının sırrından haberleri yoktur.Yüce Allah hastalık, sevda ve dert ile onları kendisine çağırıyor ve kutsi
hadiste belirtildiği gibi,Buyuruyor ki:”Bu insanlara verdiğimiz, hastalık değildir, bizim lütuf kemendimizdir.Sevdiğim kullarım bununla kendime çağırırım. (Çok) bela önce peygamberlere, sonra evliyaya ve herkesin fazilet ve derecesine göredir.”
O halde daha önce verdiğimiz örnek, insanın kendi vücudu içinde padişahlığını, bu örnek de vücudun kendi dışındaki memleketin doğru yolda olduğunu göstermektedir. Bu bilgiler, insanın kendisini tanımasından ileri gelir. Onun için kendini tanımayı kitabımızın ilk konusu seçtik.

8. KISIM: DÖRT TESBİH KELİMESİNİN ANLAMINI BİLMEK

Sıra şu dört kısaltılmış kelimenin anlamını bilmeye geldi. Bunların anlamını bilmek, Yüce Allah’ı tanımaya yeterlidir. Bu dört kelime “Sübhanallahi velhamdü lillahi ve Lailahe illallahü vellahü ekber” kelimeleridir.
İnsan kendi tamlığından Yüce Allah’ın noksansızlığını anlayınca,Sübhanallahi kelimesinin manasını kavramış olur.
Kendi padişahlık ve hakimiyetinden, O’nun padişahlık ve hakimiyetini anlayınca, bütün sebep ve vasıtaların, katibin elindeki kalem gibi, O’nun emrinde olduğunu farkedince, Elhamdülillah’ın (bütün hamdler Allah içindir) manasını bilir.Hiç kimsenin kendi başına buyruk olmadığını anlayınca Lailaheillallah’ın (Allah ‘tan başka hiçbir ilah yoktur) manasını bilir.
Şimdi Allah-ü Ekber’in (Allah Uludur) anlamını bilmeye sıra geldi.
Sayın Okuyucu! Bütün yazdıklarımızı eksiksiz öğrenmiş olsan bile yine de Yüce Allah’tan hiçbir şey bilemedin demektir. Gramer anlamıyle Allahüekber, Allah en büyüktür, demektir. Aslında ise, bir başkasından daha büyüktür, değil, insanların anlayışına sığmayacak kadar büyüktür,demektir. Çünkü hiçbir şey yoktur ki Yüce Allah ondan da daha büyük olmasın. Bütün var olanlar O’nun varlığının sadece yansımasıdır. Güneşin ışınlarına, güneşten daha büyüktür denilemez. Çünkü ışın onun bir kısmıdır.
Allahü ekber’in manasıda, insanların kendi akıllarının ölçüsüyle, O’nu tanıyabilmelerinden çok daha büyük ve yüksektir. O’nun Ululuk ve noksansızlığı insanların büyüklük ve tamlığı gibidir, demekten Allah’a sığınırım. Allah, bütün yarattıklarına benzemekten arı ve uzaktır. Yaratığı olan insanlara da. O’nun hakimiyetinin, insanın kendi vücudundaki hakimiyeti gibi olduğunu,yahut O’nun ilim, güç ve özelliklerinin, insanın özellikleri gibi olduğunu söylemekten yine Allah’a sığınırız. Belki bütün bunlar, Yüce Allah’ın varlığından bir görüntü, insanın zayıflığına göre,insanda bir anlayışın meydana gelmesi için birer örnektirler.Bu örneklerimiz şuna benzer: Bir çocuk bize: “Başkanlığın saltanatın ve memlekete hükmetmenin zevki, tadı nasıldır?” diye bir soru sorsa, çocuğun anlayışına uygun olarak şöyle cevap veririz: “Cirit atmak ve top oynamak tadı gibidir.” Çünkü çocuk bundan başka tad bilmez. Kendisinde olmayan şeyleri, ancak kendisinde bulunan şeylere benzeterek bilebilir. Oysa padişahlık tadının, cirit atmak veya top oynama tadıyla hiçbir ilgisi olmadığını herkes bilir. Fakat bu şekilde söylemekle her ikisine de tadı anlatmış oluruz. Onun için ancak bilginin örneği çocuklarda bulunur.Örneklerdeki anlatmalarımız da buna benzer. O halde Yüce Allah’ın büyüklüğünü ve aslını kendisinden baş kası bilemez.

9. KISIM: ŞERİATA UYMAK İNSANI MUTLULUĞA KAVUŞTURUR

Yüce Allah’ı tanımayı anlatmak, bu kitaba sığmayacak kadar uzundur. Biz Allah ‘ı tam olarak tanımak isteyenleri teşvik ve yol göstermek için bu kadar bilgiyi yeterli görüyoruz. İnsanın saadetinin tamamı, bu bilgiden alabildiği kadar almasıdır. İnsanın mutluluğu Yüce Allah’ı tanımak ve O’na olan kulluk ve ibadetlerini yerine getirmektir. Yüce Allah’ı tanımanın nasıl sonsuz bir mutluluk verdiğini daha önceki sayfalarımızda anlattık. İnsan,öldükten sonra Yüce Allah ile olması için O’na kulluk ve ibadette kusur etmemek gerekir. Ayeti Kerimede belirtildiği gibi,”Dönüş O’na doğrudur” Maide: 18 insanın saadet ve mutluluğu, kendis iyle devamlı kalacağı kimseyi sevmesidir. O’nu ne kadar çok severse, o kadar çok mutlu olur. Zira sevdiğini görmekle huzur ve mutluluk artar.Bilgi olmadan ve Allah’ı çokça anmadan Allah sevgisi kalpte üstünlük kazanmaz. Herkes daima sevdiğini düşünür ve anar. Ve andıkça da daha çok sever. Onun için Davut (A.S.)’a “Senin tek çarem benim, senin asıl işin benimledir. Beni anmadan bir anın geçmesin” diye vahyedildi.Kalbin devamlı Allah’ı anması, devamlı ibadet etmekle mümkün olur. O
zaman ibadet etmek büyük bir zevk olur, kalb arzu ve şehvet bağlarından kopar. Kalbin şehvet ve arzu bağlarından kurtulması, itaatsizlik ve günahtan el çekmekle olur. Saadetin tohumu da budur. Buna felah (kurtulu ş ) denir. Bu hususta,Yüce Allah buyuruyor ki:”Muhakkak ki, (küfür ve itaatsizlikten) temizlenen, Rabbinin adını anıp da namaz kılan kurtulmuş olacaktır.”A’LA SURESİ, Ayet : 14-15
Her yapılan iş ibadet olmağa layık değildir, ancak bir kısmı layıktır. Bütün arzu ve isteklerden el-etek çekmek mümkün olmadığı gibi, doğru da değildir. Zira insan yemek yemezse açlıktan ölür, cinsi birleşmede bulunmazsa soyu kurur. O halde bazı arzuları taşımak, bazılarını da yapmak gerekli olup, birini diğerinden ayıracak sınırı da bilmek gerekir. Bu sınır şu
iki yoldan biri olur: İnsan ya kendi aklını kullanır, istek ve gayretinin tarafını tutarak kendi görüşünü tercih eder, yahut da bir başkasına uyar.Kendi arzu ve gayreti ile iş yapması mümkün olmaz. Çünkü, galip olan arzu ve duygular daima ondan doğru yolu gizler, istediği şeyi ona doğruymuş gibi gösterir. O halde tercih dizginin onun elinde değil, bir başkasının
elinde olması gerekir. Herkes de en doğru olmaya layık değildir. Ancak peygamberler en doğru olanlardır.Demek ki, şeriata uymak, sınırını ve ana temellerini gözetmek, mutluluk yolunun anahtarıdır ve kulluk da budur. Kendi arzusuyla, şeriatın sınırını aşan mahvolur. Bunun için,Yüce Allah buyuruyor ki:
“Kim Allah’ın gösterdiği ölçü ve sınırı aşarsa, kendi nefsine zulmetmiş (haksızlık, kötülük yapmış ) olur.” TALAK SURESİ,Ayet: 1

10. KISIM: EHL-İ İBAHENİN (HER ŞEYİ MÜBAH GÖRENLERİN) CAHİLLİKLERİ VE SAPTIKLARI YANLIŞ YOLLARI

Bazıları herşeye mübah diyerek Yüce Allah ‘ın çizdiği sınırın dışına çıktılar.Bunların cahillik ve bilgisizlikleri şu yedi sebepten ileri gelir.

1. SEBEP: Yüce Allah’a inanmayan bir grubun bilgisizliğidir. Onlar Allah’ı hayal ve kuruntularında aradılar.O’nun nasıl ve
neye benzediğini araştırdılar.Bulamayınca inkar yoluna saptılar ve olayların meydana gelişini yıldızlara veya tabiata bağladılar.İnsanların, hayvanların,hikmet dolu ve intizamlılığıyla akıllara durgunluk veren bu âlemin kendiliğinden meydana geldiğini veya devamlı var olduğunu veya kendinden habersiz tabii bir şey olmayacağını zannettiler.Bunlar yazılmış , güzel bir yazıyı görünce, bunun yetenekli, becerikli ve bilgili bir yazıcısı olmaksızın, kendiliğinden yazıldığını veya hep bu şekilde yazılmış bulunduğunu sanan kimseye benzerler. Gerçekleri görmemezliği bu dereceye ulaşan kimse, olayları yanlış açıdan görür. Nitekim tabiatçıların ve müneccimlerin bu şekilde nasıl yanıldıklarını önceki satırlarımızda anlattık.

2. SEBEP: Ahireti anlamayan bir grubun bilgisizliğidir. İnsanın bitki ve hayvanlar gibi olduğunu, ölünce herşeyi ile yok
olacağını, ceza ve mükafat olmayacağını zannederler. Bunun tek nedeni, kendisini tanıyamamasıdır.Kendi hakkındaki bilgisi ancak diğer hayvanlar hakkındaki bilgi kadardır.Eşek, öküz, ağaç vs … hakkında ne kadar bilgi sahibiyse kendi hakkında da o kadar bilgi sahibidir. İnsanın aslını meydana getiren ruhu bilmiyor.Oysa ruh ebedidir, asla ölmez. Sadece bir süre vücut ondan alınır, buna da ölüm denir. Ölümün aslını daha sonraki konularımızda inceleyeceğiz.

3. SEBEP: Yüce Allah’a ve ahirete inanan, fakat inançları zayıf olan bir gurubun bilgisizliğidir. Şeriatın anlamını tam
manasıyla kavrayamamışlardır.”Allah’ın, bizim ibadetlerimize ihtiyacı yoktur. Günahlarımız O’na hiçbir zarar veremez. İnsanların ibadetine de ihtiyacı yoktur.Zira o her şeye kesin olarak hakimdir. O’nun yanında ibadet le günahın bir farkı yoktur.” derler.Böyle cahiller şu ayetleri de görüyorlar:Yüce Allah buyuruyor ki:
“Nefsini temizleyen, elbette kendisi için temizlenmiştir.” FATIR SURESİ, Ayet : 28
Yüce Allah buyuruyor ki:
“Kim (Allah yolunda veya öz nefsiyle) savaşırsa, ancak kendisi için savaşmış olur (faydası kendinedir).” ANKEBUT SURESİ, Ayet: 6
Yüce Allah buyuruyor ki:
” İyilik yapan, kendisi için yapmıştır (faydası kendinedir).” FUSSİLET SURESİ, Ayet : 46
Ama yine de yanlış düşüncelerinden vazgeçmiyorlar. Çünkü bu zavallılar,şeriatı bilmiyorlar. Şeriatı, kendi için değil, Allah için iş yapmak olarak anlıyorlar. Bu, perhiz yapmayan hastanın: “Doktor da kim oluyor, ister sözünü dinlerim, ister dinlemem” demesine benzer. Bu söz doğrudur. Fakat doktorun sözünü dinlemediği için ölür. Onu öldüren doktora olan ihtiyacı değil, doktorun sözünü dinlemeyip perhiz yapmamasıdır. Doktor ona sadece yol göstermiştir. Ölümü doktora ne zarar verebilir ki?
Vücut hastalığı insanı bu dünyada yok ettiği gibi, kalbin hastalığı da öbür dünyada insanı mahveder. İlaç ve perhiz, vücudun sağlığa kavuşmasına sebep olduğu gibi, ibadet, bilgi ve günahlardan sakınma kalbin sağlık ve dirliğine sebeptir. Bu husus ta,
Yüce Allah buyuruyor ki:
“Allah’ın huzuruna küfür ve şüpheden temizlenmiş bir kalple gelenlerden başkası kurtulamaz.” ŞUARA SURESİ, Ayet: 88 – 89

4. SEBEP: Şeriatı, yukarıda anlattığımız sebepten başka bir sebeple anlamayanların cahilliğidir. Onlar: “Şeriat , kalbinizi
şehvet,öfke ve kibirlenmekten temizleyin, diye emrediyor. Halbuki bu mümkün değildir.Çünkü insan, bunlardan yaratılmıştır. Bu birisinin siyah bir bezi, beyaz yapmak istemesine benzer. Öyleyse bu istekle uğraşmak imkansızdır.”derler. Bu akılsızlar, şeriatın böyle emretmediğini, bilakis öfke ve şehveti terbiye etmeyi emrettiğini bilmiyorlar. Kızgınlık ve şehveti o şekilde
kullanmak gerekirki, olaylara ve akla hükmetsin, söz dinlememezlik yapmasın, şeriatın çizdiği sınırı aşmasın ve affedilip bağışlaması için büyük günahlara yaklaşmasın. Bu imkânsız değildir. Birçok kimse bunu yapmışlardır.Peygamber Efendimiz: “Öfke ve şehvet gerekli değildir” gibi bir şey söylememiştir. Kendilerinin de dokuz hanımı vardı.Peygamberimiz buyuruyor ki:
“Ben insanım, insanlar gibi ben de kızarım.”Yüce Allah: “Kızgınlığını yenenler, insanların kusurlarını affedenler.”AL-İİMRAN:134 Ayeti celilesinde , kendisin de kızgınlık ve öfke olmayanları değil, bu kızgınlık ve öfkeyi yenenleri övüyor.

5. SEBEP: Yüce Allah’ın sıfatlarını anlayamayanların cahilliğidir. Onlar:”Allah rahim (acıyan) ve kerim (iyilik sever) dir. Ne şekilde olursa olsun bize acır” derler. Oysa Allah Kerim olduğu gibi, şiddetli azap edicidir.Allah Rahim ve Kerim olduğu halde, bu dünyada birçok insanı bela,hastalık ve açlık içinde bulundurduğunu görmüyorlar. Dikkat etmiyorlar mı ki, ziraat veya ticaret yapmayan mala kavuşmuyor, gayret etmeyen ilim öğrenmiyor. Bu gibi kimseler ahiret işleri için böyle söyledikleri halde dünyalık isteklerde kusur etmiyorlar, Allah rahimdir, kerimdir ticaret veya ziraat le uğraşmasam bile rızkımı verir, demiyorlar. Halbuki Allah rızkı kendi üzerine almıştır. Bu hususta da şöyle buyuruyor:”Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların rızkını vermek, Allah’a mahsus tur.” HUD SURESİ, Ayet : 6
Ahiret işinin de amellere bağlı olduğunu bildiriyor ve Yüce Allah buyuruyor ki:
“Gerçekten insan ancak çalıştığının karşılığını elde eder.” NECM SURESİ, Ayet : 39
O’nun keremine güvenmedikleri için rızık aramaktan ve dünyalıktan vazgeçmiyorlar. Oysa ahiret için söyledikleri dillerinden düşmüyor. Bu şeytanın telkinidir ve asılsızd ır.

6. SEBEP: Gururun yarattığı cahilliktir. Onlar: “Biz öyle bir yere kavuştukki, günah bize zarar veremez. Bizim dinimiz
(İslam) büyük bir havuz olmuştur, pislenmez” derler. Bu ahmaklar o kadar basit kimselerdir ki, birisi onlara gururlarını kırıcı, küçük düşürücü bir söz söylese, ona hayatları boyunca düşman kesilirler. Kendilerine muhtaç olsa ona bir lokma ekmek
vermezler. Dünya kendileri için çekilmez olur. İnsanlıkta, hala büyük bir seviyeye erişemeyen ve yaptıklarından sıkılmayan bu aptalların, büyüklük davaları nasıl gerçek olur?Böyle söyleyen, kini, şehveti, gösteriş ve öfkeyi kendisinde bulundurmayan bir kimse bile olsa, yine de davasında haklı sayılmaz. Zira ne olursa olsun derecesi peygamberlerinkini geçemez. Halbuki
peygamberler hata ve kusur işleme korkusundan feryat eder ağlarlardı.Özürlerinin kabulüne çalışırlardı. Eshab-ı Kiramdan ileri gelenler küçük günahlardan da kaçınır, hatta şüphe korkusuyla helale bile yanaşmazlardı.O halde bu akılsız, şeytanın aldatmalarına kapılmadığını, derecesinin peygamberler ve doğrular derecesinden daha üstün olduğunu nereden bilmiştir. Eğer, “Evet , peygamberler böyleydi. Fakat yaptıklarını,başkalarına iyi örnek olmak için yaparlardı” derse, kendisini görenlerin
mahvolduğunu gördüğü halde, niçin o da halkın selameti için aynı şeyleri yapmıyor. Eğer halkın mahvı bana zarar vermez derse, Peygamber’in bunda niçin zararı olsun?Eğer bunda zarar görmeseydi Peygamber kendini niçin takva zorluklarına sokar, sadaka olarak kendisine verilen bir hurmayı, ağzından çıkarıp yemezdi? Şayet yemiş olsaydı, herkese yemesi mübah olan bu hurmadan
insanlara ne zarar gelirdi? Eğer zararı varsa, şarap kadehinin bu ahmaka neden zararı olmasın?Sonuç olarak deriz ki, onun derecesi, peygamberlerin derecesinden yüksek değildir. Yoksa onun yüz kadeh şarabının günahı, peygamberimizin sadakadan verilen bir hurmayı yemesi günahından daha çok değil midir?Kendisine sağladığını zannettiği dereceden dolayı, yüz kadeh şarap ona zarar vermiyor, bir şey yapmıyor da, peygamber efendimize bir bardak su kafi görülüp, bir hurma onun halini değiştiriyormu? Bunlardan anlaşılan,böyleleri yularlarını şeytanın eline vermişler. Akıllıların onlardan bahs etmeleri, onları değil ciddiye, alaya almaları bile lüzumsuzdur. Aptallar bile hallerine güler.
Asıl din büyükleri, isteklerini esir etmeyen ve denetiminde bulundurmayanların insanlıkla ilgileri olmadığını, böyle kimselerin hayvan olduğunu anlayanlardır. O halde bundan, insan nefsinin aldatıcı olduğu,daima yanlış iddiada bulunduğu ve her zaman el altında bulunduğunu söylemesinin aldatıcı olduğu anlaşılır. Böyle birisinden delil istendiğinde,yaptıklarının doğru olduğuna, kendi hükmüyle olmazsa, şeriatın hükmü ile bir delil getiremez. Eğer isteyerek bütün varlığını buna veriyorsa, doğru söylüyor. Eğer izin vardır diyerek, başka şekilde anlatmağa kalkışarak ve hile ile şeriatın hükümlerinden ayrılmak isterse, şeytanın kölesi olmuştur.Bununla beraber yine de velilik iddiasında bulunur. Bu delil son nefsine kadar ondan istemek gerekir. Yoksa kibirli ve aldanmış kalıp mahvolur.Vücudun şeriata uydurulması, İslamiyetin önde gelen koşullarındandır.

7. SEBEP: Cahillikten değil de gaflet ve şehvetten ileri gelir. Bunlar her türlü şüpheyi bir tarafa bırakıp, herşeyi mübah
(yapılması sakıncasız)görün vurdumduymaz kimselerdir. Dış ardan biri, böyle insanların ibadet yolunda yürüdüklerini, kargaşalık çıkardıklarını, yaldızlı sözler söylediklerini, evliyalık ve büyüklük iddiasında bulunarak onlara ait elbiseler giydiklerini görür, bu durum onun da hoşuna gider, böylece kendini şehvete ve başıbozukluğa terkeder.Kargaşalık, bozukluk çıkarmamayı aklından geçirmez, bundan bana bir ceza gelecektir, demez. Çünkü o zaman yaptığı iş ona hor görünmeyecektir. Tam
aksine: “Bunda hiçbir kötülük, bozukluk yoktur, söylenenler töhmet altına bırakmak için söylenmiş , boş sözlerdir” der. Ama ne töhmetin ne de lafın gerçek anlamını bilmez. Bu şehvet ve arzularının esiri olmuş , gerçeklerden habersiz kimsedir. Şeytan onu istediği kalıba sokmuştur. Söz ile düzelmez.Çünkü şüphesi söz ile meydana gelmemiştir.Böyle insanların çoğu hakkında,
Yüce Allah bu yuruyorki:
“Biz, onların, Kur’an-ı anlamamaları için kalplerine perdeler gerdik ve kulaklarını sağırlaştırdık. Sen onları doğru yola çağırsan da, bu halde ebediyyen doğru yola gelmezler.” EL-KEHF SURESİ, Ayet : 57 “Sen Kur’anda Rabbini tek olarak andığın zaman, nefret edip, arkalarını döner, giderler.” ISRA SURESİ, Ayet : 46
O halde onlara delil getirerek doğru yolu göstermeğe çalışmaktansa, kılıçla iş yapmak, onları öldürmek daha iyidir.
Ehl-i İbahenin (herşeyi mübah görenlerin) yanlışlıkları ve onlara nasihat etmek hususunda bu kadar söz yeter. Bu kısımda bahsettiklerimizin meydana gelmesinin sebebi, ya kendini bilmemek, ya Allah’ı bilmemek, yada şeriat dediğimiz, insanı Allah’a götüren yolu bilmemektir. Bazen tabiat ve yaratılışına uygun gelen bir işte, bilgisizliğin giderilmesi güç olur. Onun için, şüphe etmeden ibadet yolunu kateden bir takım insanlar derler ki:
“Dilediğin gibi yap. Fakat unutma ki sen yaradılmışsın ve seni yaratan, çok bilen, gücü her şeye yetendir. Dilediğini yapabilirsin. Bunda şüphen olmasın.” Bunun anlamı açık olarak delillere kendisine anlatılır.

I’ve seen so far is in perfect

http://www.lovepowerman.net

http://www.lovepowerman.com

ibrahim uzun web site admin



Yorum Yapın