Bir Amerikalının Müslümanlık Hakkındaki 23 Sualine CEVAPLAR
18 Temmuz 2010 | Kategori: Tasavvuf
Bir Amerikalının Müslümanlık Hakkındaki 23 Sualine CEVAPLAR
Amerika’nın Utah eyaletinin Salt Lake City şehrinde avukat Rulon S. Howelles’in islam Dini ve Hıristiyanlığın esasını teşkil eden meseleler üzerinde Müslümanların diişüncelerini öğrenmek ve bir kitap hazırlamak maksadı ile islam memleketlerine tevcih ettiği suallere, Maarif Vekaletinin 22 Kasım 1955 gün ve 022/14536 sayılı yazısı üzerine Diyanet işleri Reisliği Müşavere ve Dini Eserler İnceleme Heyetince hazırlanan cevaplar.
1. ALLAH. (Üstün varlık. Mütevassıt bir müslüman alimin bundan ne anladığını açıklayın. Aynı zamanda henüz gençlik çağında bulunan bir kimsenin ne anladığını izah edin?)
CEVAP:1
Müslümanların alimi de, cahili de, genci de, ihtiyarı da Rabü’l-âlemîn olan Allahu Teala’ya şöyle inanır :
Allahu Teâlâ Var’dır;
Birdir;
Varlığının evveli yoktur;
Varlığmın ahiri yoktur;
Ne kendisi yaratılmışlardan birisine benzer, ne de yaratılmışlar kendisine benzer;
Varlığı, başka bir varlığa dayanmaz, kendi zatı ile vardır. Varlığı zâtının iktizâsıdır. Doğmaktan, doğurulmaktan, doğurmaktan baba veya oğul olmaktan, zaman ve mekanda bulunmaktan münezzeh ve müteâlî olarak mevcuttur.
Hiç bir vâsıtaya muhtaç olmaksızın, Her şeyi bilir;
Her şeyi işitir;
Her şeyi görür.
Mutlak hayat sâhibi’dir; mutlak kudret sahibidir; mutlak irade sâhibidir.
Diler, dilediğim yapar.
Kelam sıfatı ile de muttasıfdır; sese ve harfe muhtaç olmaksızın söyler; peygamberleri vasıtası ile insanlara kitaplar gönderir ve göndermiştir.
Bu sıfatların zıtları, Allâhu Teâlâ hakkında düşünülmez ve düşünülemez.
Allahu Teâlâ, kainatın şeriksiz ve nazirsiz yaratıcısıdır; yaratan, yarattıklarını yaşatan, öldüren, sonra yeniden diriltecek olan, iyi kulları için ni’metler, kötüler için de azab hazırlayan O’dur.
Biz Cenab-ı Hakk’ın âsârından kudret ve azametini, yüksek sıfatlarını düşünür, zat ve mahiyetinden bahsetmeyiz.
İşte, istisnâsız, her Müslüman’ın Allahu Teâlâ hakkındaki inancı böyledir. Şu kadar ki, Müslüman’ların ilim sahibi olanları, Allah’a îman mevzuunda kanaatlerini aklî ve naklî delillerle ispat edebilecek durumdadırlar.
* * *
2. EKÂNÎM-İ SELÂSE. (Buna Hıristiyanların umumiyetle inandığı şekilde inanıyor musunuz?)
C E VA P : 2
Hıristiyanlar, umumiyetle Teslis’e yani Allah’ın hem üç, hem bir olduguna inanırlar.
Ekânîm-i Selâse dedikleri bu üçüzlü ilah telakkîsinde ihtilaf etmişlerdir. Bir kısmı: Allah bir cevherdir ki, kendinin üç uknûmu (üç aslı) vardır. Biri Baba, biri Oğul, diğeri de Rûhû’l'Kudüs’tür, derler.
Diğer kısmı ise; Uknûm’un biri Allah, biri Meryem, birisi de Îsa olduğunu söyleyip, Îsa aleyhisselâm’ın Allah’ın oğlu olduğunu kabul ettikten sonra kendisinde nâsûtî ve lâhûtî iki tabiat bulunduğunu ve bu iki tabiatın da bir’e inkılâb ederek, Hazret-i Îsa’nın, nâsûtiyyeti ile muhdes ve mahluk bir insan olduğuna, lâhûtiyyeti ile de Hâlik ve gayr-ı mahlûk, ilah olduğuna inanırlar.
İşte Hıristiyanların Ekânîm-i Selâse dedikleri bunlardır.
Biz. Müslümanlar ise böyle bir akideyi asla kabul etmeyiz.
Bizim îman ve i’tikad ettiğimiz Allah, birinci suâlin cevabında da bildirildiği üzere asla teaddüt, tecezzi ve inkısam kabul etmez.
Hıristiyanlıktaki Ekânîm-i Selâse akîdesini kabul etmeyişimizin sebebini kısaca izah edelim :
Bilinmelidir ki, Müslümanlık, akla büyük bir mevki vermiştir. Bunun için, Müslümanlığın bütün îman esasları ma’kuldür, yani akla uygundur ve onlarda akıl ve mantığın kabul etmeyeceği hiç bir esrarlı noktaya rastlanmaz.
Ekânîm-i Selâse akîdesindeki Allah’ın hem üç, hem bir olması ciheti ise aklen açık bir tenakuz teşkil eder.
Üç uknûmdan birisi sayılan Hazret-i Îsa’nın sonradan dünyaya geldiği kabul edildiğine göre, kendisi doğmazdan evvel, mevcut kainatın Allah’tan hâlî bulunması îcab eder. Çünkü Hazret-i isa’nın, Allah’ı teşkil ettiği sanılan üç uknûmdan birisi olduğuna ve Hazret-i Îsa orada bulunmadıkça ulühiyyet câmiası da bulunmayacağına göre Hazret-i Îsa doğmadan Allah’ın da bulunmaması iktiza eder,
Üç uknumdan mürekkep lûhiyyet câmiasınm vücûdu bundan cüz’ olan Hazret-i Îsa’nın bulunmasına muhtaç olması lazım geleceğine göre böyle bir ihtiyaç aczi ve müstelzimdir. Allahu Teâlâ’nın ise Kaadir-i Mutlak olduğu müsellem bulunduğundan böyle bir acz ve ihtiyaç bilbedâhe bâtıldır.
Bunun içindir ki, kilise mensublarından bazıları bu Ekânîm-i Selâse’yi bir Allah’da olan Vücud, Hayat ve ilim sıfatlannın remzi olmak gibi te’vil yolu na kaçmış olmalarına rağmen bir çokları bunu da reddetmişlerdir.
* * *
3. HAZRET-İ ÎSÂ. (Ulûhiyyetini kabul ediyor musunuz? Dîninizdeki yeri nedir?)
C E V A P : 3
İkinci suâlin cevâbında da açıklandığı üzere Hıristiyanların i’tikadına göre: Hazret-i isa, (hâşâ) Allah’ın oğludur ve üç uknûmdan biridir. Beşer cesedi giyinerek Hazret-i Meryem’den doğmuştur.
Kendisinin yeryüzünde çok ibadet ettiği, bilahare Yahudiler elinde asılarak öldürüldüğü, öldürülmek istenildiği zaman kaçıp gizlenecek bir yer aradığı, gizlendiği yerde tutularak asılırken şiddetli teessürler gösterdiği: «ilâhî, İlâhî, beni niçin terk ettin?» diye Cenab-ı Hakk’a halinden şikayet ettiği, öldürüldükten sonra da cehenneme inip Hazret-i
Adem ile zürriyetinden olan bütün peygamberleri oradan çıkardığı, üç gün sonra ölülerin arasından kalkarak göklere çıktığı ve Kaadir-i Mutlak olan Baba’nın sağ tarafında oturduğu iddia edilmektedir.
Biz Müslümanlar bu iddiaların ve akîdelerin hiç birisine inanmayız. Çünkü Hazret-i Îsa, Hıristiyanların da i’tiraf ettikleri vechile, bir zaman yok iken, sonradan Hazret-i Meryem’den doğmuş, süt emmiş, yiyip içmiş, insanlar arasında çocukluk ve gençlik çağını geçirmiş bir beşerdir. Demek ki hadistir, mümkündür, mütegayyir’dir.
O halde, hadis olan bir varlık için Kadîmlik,
mümkün olan bir varlık için Vâciblik, mütegayyir olan bir varlık için de Dâimlik tasavvur edilemez.
Eğer, iddia edildiği gibi, Hazret-i Îsa’da İlahlık olsa idi —Hıristiyanların dediklerine göre— kavimlerin en zaîfi ve âcizi olan Yahudilerin elinde aciz kalıp kurtulmak için bir sığınacak yer aramak lüzûmunu duyar mı idi?
Sonra, çok ibadet ettiği söylenilen Hazret-i Îsâ’nın, şayet kendisinde bir İlahlık vasfı bulunsaydı, bu, Tanrı’nın, kendi kendisine ibâdet etmesi gibi abes bir hareketi, Tanrı’ya isnâda kalkışmak demek olmaz mı idi?
Hazret-i Îsâ’nın ülûhiyyeti iddia ve öldürüldüğü de kabul edildiğine göre, o halde ölümünden sonra kainatın devam ve bekaası Tanrısız nasıl mümkün olabilmiştir?
Hazret-i Îsâ’nın Allah’ın oğlu Sıfatı ile Baba’nın (Allah’ın) sağ tarafında oturduğu iddia olunduğuna göre, bu da kendisinin Allah’tan ayrı bir varlık olduğunu kabul ve aynı zamanda Allah’a da bir mekan ve cihet isnad etmek demek değil midir?…
Eğer Hazret-i İsa’ya Tanrı’lık atfı incil’lerde görülen Peder ta’birinden ileri geliyorsa, bu ta’bir hakîkî ma’nada olmayıp, mâlik ve hâfız ma’nasındadır. Bunu hakîkî ma’naya almak yanlış yola sapmak demektir.
incil’lerde Cenab-ı Hakk’ın yalnız Hazret-i Îsâ’nın değil, insanların da pederi olduğu yazılmakta ve nitekim Matta İncili’nde şöyle denilmektedir : -
«Ne mübarektir sulh ediciler, zira onlara evladu’llah tesmiye olunacaktır.» (Beşinci Bab, 9 uncu fıkra
«Tâ ki, semâvatta olan Pederinizin evlâdı olasınız. Zira kendi güneşini fenalar ile iyilerin üzerine doğdurur. Hem salih ve fasık kimselerin iizerine yağmur yağdırır.» (Beşinci Bab, 45 inci fıkra.)
Eğer pederlik, oğulluk, Hazret-i Îsâ hakkında hakîkî ma’nada ise, insanlar hakkında da, hakîkî ma’nadadır. O halde, diğer insanlar dahi Allah’ın oğulları olmaları lazım gelir. Oğulluğun Hazret-i Îsâ’ya hasr olunmasında bir münâsebet görülemez,
Eğer Pederlik, sâir insanlar hakkında mecaz. ise, Hazret-i Îsâ hakkında da. mecâz olmak icabeder.
Hazret-i Îsâ’nın kendisinden önce gelen peygamberler gibi bir peygamberden başka bir insan olmadığı Matta İncil’indeki şu fıkralardan da açıkça anlaşılmaktadır :
«Ve Orşelim’e girdiğinde, bu kimdir? diyerek bütün şehir tahrik olundu. Halk dahi; bu Celil’de vâki’ Nâsıret’den olan Îsâ peygamberdir, dediler.» (Matta 21 inci Bab, 10 ve 11 inci fıkralar).
«Ve onu Haça gerdikten sonra elbisesini kur’a atarak taksim ettiler. Tâ ki. Peygamberin; elbisemi aralarında taksim edip kaftanım üzerine kur’a attılar, diye buyurduğu kelam itmam oluna.» (27 nci Bab, 35 inci fıkra).
«Ve vâki’ oldu ki. İsa bu temsilleri bitirdikten sonra oradan hareketle kendi vatanına geldikte, sinagoglannda onlara tâlim ederdi. Şöyle ki onlar hayran olup bu hikmet ve mu’cizeler Buna neredendir?»
«İmdi 0′na bunun cümlesi neredendir? diyerek O’nun hakkında sürçerler idi. Fakat Îsâ onlara;
‘Bir peygamber kendi vatanından ve kendi hanesinden gayrı yerde i’tibarsız değildir, dedi. Ve orada onların îmansızlıkları sebebiyle çok mu’cizat icra etmedi.» (Matta 13 üncü Bab; 53, 54, 57 ve 58 inci fıkralar).
Biz Müslümanların Hazret-i Îsâ hakkındaki i’tikadımıza gelince:
Hazret-i Îsâ, ancak peygamberlik mertebesine haiz mümtaz bir beşerdir. Anadan, babasız ve hârikulâde olarak, Allah’ın «Kün!» emri ile doğmuş olması kendisinin ilâhlık vasfını haiz bulunmasını asla istilzam etmez. Bu belki Allahu Teala’nın bütün tabiat ve hilkat üzerinde hakim bulunan kudret ve iradesinin azametine delalet eder. Nitekim Hıristiyanlarca da kabul olunduğu veçhile, Hazret-i Adem, hem babasız, hem anasız yaratılmıştır.
Daha önceki peygamberler gibi, Hazret-i Îsâ’ ya da Allah tarafından peygamberliğini te’yid için, hastaları ilaçsız iyi etmek ve hattâ Allah’ın izni ile, ölüleri diriltmek gibi mû’cizeler verilmiş ve kendisine ilahî emir ve nehiyleri bildiren ve tebdil ve tahrife uğramıyan hakîkî İncil ayetleri dahi vahy edilmiştir.
Hazret-i Îsâ, kendisinden önce gelen bütün peygamberleri ve ezcümle Hazret-i Mûsâ’yı ve O’na verilmiş olan Tevrat’ı tasdik ettiği gibi, kendisinden sonra gelecek olan. Âhir Zaman Peygamberi, Hazret-i Muhammed Aleyhisselam’ı da tebşir ve tasdik etmiştir.
Hazret-i Îsâ, kavmine: «Allâhu Teâlâ benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Yalnız O’na ibâdet edin; en doğru yol budur» demiş ve, helal ve haram olan şeyleri bildirmiştir. Kendisinin ilâhlık ile ve ilâhi oğul’luk ile hiç bir münâsebeti yoktur. Hazret-i Îsâ, kendisine ve validesine yapılan bu çeşit isnadlardan âhirette Cenab-ı Hakk’ın manevi huzûrunda şiddetle teberri edecek ve bunların ancak sonradan uydurulmuş kuru bir isnad ve iftirâdan ibâret bulunduğunu söyleyecektir.
İşte biz Müslümanların Hazret-i Îsâ hakkındaki nakle ve akle dayanan inancımız bundan ibarettir.
* * *
4. RÛHU’L-KUDÜS. (Ekânîm-i Selâse’ye inananlar için Rûhu’l-Kudüs «Üç» ten biridir, Sizin dininizde buna benzer bir şey var mıdır?)
C E V A P : 4
Üçüncü suâlin cevabında da yazıldığı üzere Hıristiyanlar Rûhu’l-Kudüs’ün Allah ile zat bakımından bir olduğunu onun Allah’tan (Baba’dan) çıkıp Îsâ’nın cesedine hulûl ile birleşmiş bulunduğunu iddia edegelmişlerdir. Müslümanlık inancına göre ise, Allahu Teâlâ ne zâtında, ne de sıfatlarında asla şerik kabul etmeyen tek ve müteâl bir Vâcibü’l-Vücüd olduğundan, herhangi bir varlığı O’na eş ve ortak saymağa imkan yoktur.
Müslümanlık Allah’a ibadet ederken, ibâdete karışacak riyâyı bile Tevhîd’e aykırı görmüş ve bunu gizli şirklerden saymıştır. Binaenaleyh Müslümanlıkta, Hıristiyanların i’tikad ettikleri gibi, bir Rûhu’l-Kudüs mevcut değildir.
Ancak, Allahu Teala’nın halk edip Hazret-i Âdem’den itibaren, peygamberler de dahil olmak üzere, bütün insanlara nefh eylediği beşerî ruhlardan başka peygamberlere ilâhî vahyi tebliğ eden ve Rûhul’ – Kudüs denilen bir meleğin varlığına da inanırız.
Şu halde, ruhlar da ve Rûhul’-Kudüs de mahlukdurlar. Hiç bir şâibe ile lekelenmek ihtimali olmayan, her emniyete şâyan, mukaddes, tertemiz ruh demek olan Rûhu’l-Kudüs, Büyük meleklerden biridir. Ona Er-Rûhu’1-Emîn de denilir. Nasıl ki, kuvvet ve kudreti bakımından kendisine, C e b r â i l, günahtan ve beşerî vasıflardan âri bulunduğu için de Rûhu’l-Kudüs, denilmiştir.
Hazret-i Îsâ’nın rûhunu, Hazret-i Meryem’e nefha mc’mur olunan .Cebrail aleyhisselâm’dır.
Bu Rûhü’l-Kudüs’le te’yid olunan yalnız Hazret-i îsâ değildir. Resûl’i Ekrem Muhammed Mustafa Sallallâhü aleyhi ve sellem .Efendimi’e de Kur’ân-ı Kerîm’i Rabbü’l-Âlemîn’in emri ile bu Rûhu’l-Kudüs indirmiştir.
Binâenaleyh şâir mahlûklar gibi bir mahlûk olan R û h u ‘ l – K u d ü s ‘ ü Allah’ın zâtından bir parça saymayı, nasıl imkân dâiresinden uzak görürsek onu bir beşer olan Haz r e t – i Îsâ’nın varlığına bürünmüş saymayı da o derece yersiz ve mânâsız buluruz.
İşte biz Müslümanların Rûhu’l-Kudüs hakkındaki inancımız bundan ibarettir,
5. SÜNÛHAT. (Tanrı veya semâvat ile dünyâdaki insanlar arasında şimdi veya her hangi bir zamanda yapılan irtibat. Eski zamanlarda olduğu gibi bugün de doğrudan doğruya sünûhat vâki oluyor mu?)
C E V A P : 5
Sünûhat ile zihne def’aten gelen ve Hads “intiııtion” denilen bir duygu kasd ediliyorsa bu, her
şahısta ve her zaman vâkidir. Bunda dînî bir mâhiyet düşünülemez.
Sühûnat ile, ilham kasd ediliyorsa bu, eski zamanlarda olduğu gibi, bugün de, yarın da vâki olabilir.
Nitekim Peygamberimiz’den önceki peygamberler zamanında bâzı sâlih kulların kalblerine Allah tarafından, peygamberlerin tebliğ buyurduğu şeriat ve hükümlere muvafık olmak şartı ile bâzı ulvî mazmun ve ma’nalar vüdur ettiği gibi Peygamberimizin ümmetinden bâzılarına da aynı şartlar dâiresinde, gerek bundan evvel ve gerek şimdi böyle mazmun ve ma’nalar vürûd etmiştir ve edebilir.
Sünûhat ile, Allâh’dan gelen Vahiy murad ediliyorsa bu, Cenâb-ı Hakk’ın dînî hükümlerini, insanlar arasından seçtiği peygamberlerine Melek vâsıtası ile veya başka bir sûretle tebliğ ve telkin buyurması demektir ki, Vahy’in ilk Hazret-i Âdem’e sonuncusu da Âhir Zaman Peygamberi olan Hazret-i Muhammed aleyhisselâm’a vaki olmuş ve ilâhî Vahy kapısı Peygamberimiz ile ebediyen kapanmıştır. Peygamberimizden sonra artık herhangi bir kimseye Vahiy gelmesi mümkün olmadığından Peygamberlik mev’ud Mesihlik ve Vahiy yolu ile ilâhî ve Semâvi irtibat gibi iddialar da bâtıl ve mesnedsizdir; kuru bir da’vâdan ibarettir.
* * *
6. CENNET VE CEHENNEM. (Elle tutulur belirli yerler midir, yoksa bir düşünce hâli midir? Cennet ile cehennemin hakikaten mevcut yerler olduğuna mı yoksa ceza ve mükâfat «şartları olduğuna mı inanıyorsunuz? Bir kimse ölümünden önce kendisinin veya hayatta bulunan başka bir kimsenin her hangi bir hareketi ile günahlarından kurtulabilir mi?)
C E V A P : 6
Biz Müslümanların inancına göre Cennet ve Cehennem elle tutulur, maddeten belirli yerlerdir. Nerede bulunduğu Allah tarafından bildirilmemiş olmakla beraber bunlar halen mevcuttur.
Cennet, Allâhu Teâlâ’ya şerik koşmaksızın îman ve ibâdet eden ve Allah’ın bütün emirlerini tutub, sakınınız dediği şeylerden sakınan ve her ne sebeple olursa olsun Allah’ın afvıne nail insanların iyiliklerinin mükâfatını görecekleri ebedî saadet yurdudur.
Cehennem ise Allah’ı tanımayan veya Allah’a îman ve ibâdette şerik koşan, Allah’ın emirlerini yerine getirmeyen insanların kötülüklerinin cezasını çekecekleri azap yeridir.
Yoksa, Cennet ve Cehennem, yapılan herhangi bir iyilik ve kötülükten dolayı vicdanen huzur veya azap duymak demek olmadığı gibi mevhum bir mükâfat ve cezâ şartı da değildir.
Kâinatın yaratıcısı olan Allah’ın, mutlak adalet sahibi olduğu muhakkaktır. Adalet ise, bir şeyin lâyık ve müstahik bulunduğu hâle konulması demektir. Bu da mükâfat ve mücâzâta taalluk eder. Binâenaleyh cisim ile ruhtan mürekkeb olan insanların şu rriadde âleminde işledikleri her iyiliğin veya kö
tülüğün karşılığını dünyâda görmedikleri, tecrübe ve müşahede ile sabit olduğuna göre, bunun, her hak sahibine hakkının verileceği ve İlâhî adaletin tamamiyle tecellî edeceği bir âhiret âlemine, bir umûmî muhasebe ve ceza gününe bırakıldığı bedihî, binnetice Cennet ve Cehennem’in aklen de kabul ve teslimi zaruridir.
İslâm akidesine göre hiç bir şahıs başkasının günâhını yüklenemeyeceği gibi hiç bir kimse de başkasının günâhını bağışlama veya bağışlatma salâhiyeti mevcud değildir. Herkes ancak işlediğinden kendisi mes’uldür.
Şu var ki, günahkâr bir insanın dünyâda iken günâhının uhrevî cezasından kurtulması için bir takım çâreler vardır.
Eğer işlenilen günah Cenâb-ı Hakk’a karşı işlenmişse o günahtan dolayı şiddetli nedamet ve pişmanlık duymak ve bir daha işlememek azrni ile ona tevbe etmek ve afv için de Allah’a yalvarmak lâzımdır.
Fakat işlediği bu günah, Namaz, Oruç, Zekât ve Hac gibi ibâdetlerin terk edilmesi suretiyle vuku bulmuş ise, bunlara dâir yapacağı tevbeler yukarıda zikredilen şartlar (nedamet, azim ve af dileme) ile beraber terk ettiği ibâdetleri kaza etmek suretiyle yerine getirmekle de mukayyeddir.
Bununla beraber köprü ve çeşme yaptırma gibi umûmun menfaatlerine yarayan ve sadaka-i cariyeden sayılan işleri sağlığında işlerse, dinimizde, bunların, günâha keffâret olacağı da bildirilmiştir.
Eğer işlenilmiş olan günah, herhangi bir şahsın hakkında tecavüz ise, o günâhın işlenmesinden tövbe etmekle beraber, uhrevî cezasından alâkalı şahıs ile veya ölmüşse veresesiyle helâlleşmek suretiyle kurtulmak mümkün olabilir.
Binâenaleyh Müslümanlıkta bir kimsenin herhangi bir din adamı önünde günâhını itiraf etmesi, kendisini günâhından temizleyemeyeceği gibi, Allah nâmına günah bağışlama salâhiyeti de hiç bir kimseye verilmemiştir.
Şu kadar ki, Cenâb-ı Hak tarafından Âhirette Resul-i Ekrem Efendimize ve şâir peygamberlere ve onlara ittibâ eden evliyâ-yı kiram’a günahkârlar hakkında şefaat edebilmek müsaadesi ihsan buyrulacağına inanırız.
Günahlarından dolayı tevbe etmeden ölen bir Müslüman için, hayatta bulunan akrabası veya herhangi bir din kardeşi tarafından dua edilir, onun günahına keffâret olmak ve sevabı ona bağışlanmak üzere sadaka verilir, onun nâmına hayır ve hasenat yapılırsa, Allah’ın afvına mazhar olması umulabilir. Fakat Cenâb-ı Hak o müslümanı dilerse afv eder, dilerse günahı nisbetinde ta’zîb ve te’dib eder.
* * *
7. BU DÜNYAYA GELMEDEN EVVELKİ HAYAT. (Bir ferdin yer yüzündeki hayalından önce her hangi bir şekil içindeki hayatı. Kim böyle bir hayata sahih olmuştur? Eğer olan varsa, kadere inanıyor musunuz? İnsan ruhu muayyen bir vücuda girmeden önce her hangi bir varlığa mâlik midir? Bir insan ne yaparsa yapsın eceli gelmeden ölmeyeceğine inanıyor musunuz?)
CEVAP:7
Biz Müslümanlar, ruh ile cisimden mürekkep bulunun her ferdin madde âlemi olan dünyaya gelmeden önceki hayatı ruhi olup cismâni olmadığına ve ruhların da cisimlerden önce yaratılmış bulunduğuna inanırız.
İnsan idrâki, ruhun hakikat ve mâhiyetini kavrayabilecek bir kabiliyette olmadığı için ruhanî hayatında ne şekilde ve nerede cereyan ettiği dinimizde açıklanmamıştır. Onun için «Ruh» un mâhiyetini Allah’ın ilmine havale ederiz.
Bununla beraber yakıynen inanırız ki, Allâhu Teâlâ’nın emri ve takdiri veçhile her insanın ruhu yalnız. kendi bedenine taallûk eder.
. Bedenî vazifesi sona erince o ruh Allah’ın ta’yin buyurduğu yere gider ve başka bir cisme hulul etmez.
Müslümanlık, Hindiler’de ve Câhiliyyet Devri Arapların’da görüldüğü üzere ruhların, doğup duran insan ve hayvanların bedenlerine dâimi surette ve lâalettâyin girip çıkmakta bulunmaları gibi bir Tenasüh inancına asla yer vermediği gibi Hazret-i Îsâ’nın ruhu hakkında bir nevi tenâsüha kayan Hıristiyan akidesine de inanmayız.
Biz. Müslümanlar ruhların bedenden ayrıldıktan sonra tekrar hayatta bulunanların hissedemeyecekleri bir mâhiyette aynı bedene taallûk edip bir takım sorgulara maruz. kalacağına inandığımız gibi, dünyâdaki amellerine göre dünyâ ile âhiret arası olan bir âlemde kıyamete kadar kabir âlemine mahsus bir nevi ceza veya mükâfat göreceklerine de inanırız
Kader hakkındaki inancımıza gelince; Allâhu Teâlâ’nın bütün olacak şeylerin olmadan önce, ne zaman olacağını, nerede olacağını, nasıl olacağını, en ince taraflarına varıncaya kadar bilip, onları olacakları şekillere göre Ezel’de tâyin ve takdir buyurmasına «Kaza» ve bu olacak şeylerin Allâhu Teâlâ’nın, Ezel’de takdir ve tâyin ettiği zamanı gelince mukadder şekle uygun olarak halk ve îcad buyurmasına da «Kader» denir. Bunun aksine kail olanlar da vardır. Nitekim :
Müslümanlık’da Kader ve Kazâ’nın her ikisinin bir manâya alınarak yukarıda tafsil edilen hususların Ezel’de tâyin ve takdir buyrulması şeklinde tarif edildiği de vardır.
Binâenaleyh biz Müslümanlar kâinattaki her hâdisenin Cenâb-ı hakk’ın ilim ve iradesiyle, Kaza ve Kaderiyle vücûda geldiğine inanırız.
Bununla beraber, insanların mükellef ve mesul oldukları bir takım işlerde, sa’y ve hareketin de bir hisse ve alâkası vardır.
Cenâb-ı Hak insanlara bu hususta bir irâde ve kudret vermiş ve bu iki kudreti insanların işleyecekleri işlerini takdir ve yaratmada sebeb-i adî kılmıştır.
Müslümanlık’da insanların bir işi işlemeyi veya işlememeyi tercih edebilme meleke ve kabiliyetlerine «Külli irâde» denir.
Kudret de, insanın yapacağı için her cüz’ü meydana gelirken insanda hâsıl olan kuvvet’dir.
İnsanın, kudret denilen kuvvetini istimal ederken işlemek veya işlememek .melekesi plan külli iradesini iki şıktan birine sarf ve tercih etmesine de irâde-i cüz’iyye ve kesb, ve Allah tarafından o işin bilfiil meydana getirilmesine de halk ve îcad denir.
O halde bir iş kesb bakımından insana, îcad ve yaratmak bakımından da Cenâb-ı Hakk’a râcîdir.
İşte Cenâb-ı Hakk insanları bu cüz’î irâdelerinde serbest bırakmış olduğundan İlâhî kaza ve kaderini onların cüz’î irâde ve ihtiyarlarına raptetmiştir. Bunun içindir ‘ki insanların işleri, biraz evvel de denildiği gibi, takdir ve halk edilmiş olmak yönünden Allah’a, tercih ve kesb etme yönünden de insanlara râcî bulunmuştur.
O halde insanlar yaptıkları işleri mecburî olarak yapmadıkları gibi yaptıklarının da yaratıcısı kendileri değildir.
Ecel: Ölümün vakti, Allâhu Teâlâ tarafından takdir ve tâyin buyurulan zaman, demektir.
Her hangi bir suretle ölen veya öldürülen kimsenin kendi eceliyle öldüğüne inanırız.
Ecel gelmeden ölünmeyeceği gibi, ecel geldikten sonra da kalınamaz.
Çünkü Cenâb-ı Hakk kullarının ecellerini daha onlar dünyâya gelmeden önce, Ezelde takdir ve tâyin buyurmuştur.
Bununla beraber hayâtımızın ne zaman ve şekilde sona ereceğini bilmediğimiz için her türlü tehlikelerden sakınmakla memur ve mükellef bulunduğumuz gibi bu hususta gerek şahsımıza ve gerek başkalarma karşı olan kötü irade ve hareket lerimizden dolayı da mes’ülüz.
Binaenaleyh kendisini veya başkasmı öldüren kimse emr-i ilahîye muhalefet ederek cüz*î iradesini kötüye kullanmış olduğundan dünya ve ahirette cezaya müstahik olur.
* * *
8. BU HAYATIN MAKSADI. (Bu dünyadaki hayatımız için dîninizin gösterdiği gaye.)
CEVAP: 8
Gaye bir işi işlemeden evvel o işten ne gibi neticeler husüle geleceğini düşünmek ve tasarlamaktır. Buna: Illet-i Gaaiyye ve Garaz da denir.
Bu düşünce evvelce zihinde bulunmayan bir işi ve akibetini zihinde tasarlamak demektir ki, insanlara has kılınan ve bilgisizlik ifade eden bu hal ve şan, alîm olan Allahu Teala hakkında asla tasavvur olunamaz.
Binaenaleyh insanlara izâfe edilen işde gaye, AIlah’a izafe edilen işde de hikmet aranır.
Dünyaya getirilişimizde de Allahu Teala’nın bir garaz ve gayesi değil, fakat hikmeti vardır.
Biz Müslümanlar kainatta hiç bir şeyin boş yere yaratılmadığına, bilakis her şeyde Allah’ın bir hikmeti bulunduğuna ve bütün kainatın insana müsahhar ve insanın menfaatine elverişli bir durumda yaratıldığına inandığımız gibi bu kadar şerefli bir mevkie yükseltilen insanın da; Rabbü’l-Alemin olan bir
Allah’a her türlü eksiklik şaibelerinden ârî, hâlis bir îman ile ibadet etmek, a h î r z a m an peygamberi vasıtası ile tebliğ buyrulan emir ve nehiyler dâhiresinde hareket etmek ve hayatta meşru şekilde çalışıp kazanmak ve sıhhat ve hayatını tehlikeden korumak ve herkes hakkında daima iyilik düşünmek gibi bir takım vazifelerle mükellef bulunduğuna ve namzet bulunduğu ahirct saadetine liyâkatini de ancak bu vazifeleri yerine getirmek suretiyle isbat edebileceğine inanırız.
* * *
9. ÖLÜMDEN SONRAKİ HAYAT, (insanlar bu dünyadaki şekillerini muhafaza edecekler mi? Öldükten sonra hayat nerede devam edecek? Dîninize göre, Mahşer gününde insanlar ne hal ve şekilde bulunacaklardır? Hususi bir vücuda mı sahip olacaklar, yoksa başka bir maddeye mi girecekler?)
C E V A P : ?
Müslümanlık’ta bir insan öldükten sonra ferdî
hüviyetini ancak rûhî olarak taşıyacaktır. Ve fakat kabre konduğunda, ruhu cesedine taalluk ederek bir takım sorguya çekildikten sonra cesedi «ba’s» e kadar toprak olarak kalacakdır. Ve ruhu da dünyadaki ameline göre bir nevi mükafat veya mücâzat görecektir.
Müslümanlıkta îmanlı olanlar Mahşer’de insânî hüviyetleriylc bütün güz.elliklerini muhafaza edeceklerdir. imansızlar ise başka bir maddeye girmeyip aynı insani hüviyetleri ile Mahşer’de bulunacaklar ise de şekilleri korkunç ve çirkin hale girecektir. Bu suretle, Mahşeride görecekleri muamelelerdcn sonra, imanlılar Cennet’de ve imansızlar Cehennemde ebedî yer alıp dünyadaki hüviyetleri ile birbirlerini tanıyacaklardır.
*
10. doğru ŞEKİLDE İBADET EDEBİLMEK ÎÇÎN HUSUSÎ BÎR TEŞEKKÜLE VEYA GRUBA DAHÎL OLMAK LAZIM MIDIR? (Bu hayatta kurtulmak «necat bulmak» için ne yapmak lazımdır? Dininizin akidelerine göre yaşamayan bir insan ne olur? Bu dünyada mı ceza görür? Eğer bu dünyada ceza görmezse öldükten sonra cezalandırılır mı?)
11. MÜSLÜMAN OLMAYANLARIN DURUMU. (Sizin inandıklarınıza inanmayanların durumu. Müslümanlığa inanmayanların bu dünyada veya ahirette kayıpları ve zararları, dîninize göre, nelerdir?)
C E V A P : 10 ve 11
Allah’a ibadet îmanla mukayyeddir.
Bir insan Cenab-ı Hakk’ın Varlığını, Birliğini, kudret ve azametini bütün kemal sıfatlariyle beraber kendi kendine anlayıp icmâlen îman edebileceğinin aklen imkânı kabul olunabilirse de Allah’a ibadet bahis mevzuu olunca mutlaka ilahî ta’lîme ihtiyaç vardır.
İşte bu ta’lîm Müslümanlık’da kemâlini bulmuş, İslamiyet gerek îman ve gerek ibadet usûlünü bütün teferruatiyle tesbit ve takrir etmiştir.
A) Müslümanlığın îman esasları :
1 — Bütün kemal sıfatları dairesinde Allah’a,
2 — Allah’ın Meleklerine,
3 — Allah’ın peygamberlenne vahiy ile kitaplar indirdiğine,
4 — Allah’ın insanlara gönderdiği peygamberlere,
5 — Ahiret gününe,
6 — Kader’e, hayır ve şer her şeyin yaratıcısı Allahu Teâlâ olduğuna, öldükten sonra dirilmeye şeksiz ve şübhesiz îman ve i’tikad etmek ve bunları dil ilc de söylemek.
B) Müslümanlığın ibadet esasları :
l — Allah’dan başka İlah olmadığına ve Hazret-i Muhammed Aleyhisselam’ın Allah’ın Resulü olduğuna şehadet etmek,
2—Namaz kılmak,
3 — Zekat vermek,
4 — Hacc etmek,
5 — Ramazan orucunu tutmak,
Bunlar Bir Müslüman’ın müslümanlığının alametleridir.
Farz olan beş vakit Namaz tek başına da, bir îmam’a uyularak da kılınabilir. Cemaat ile kılmakta büyük sevab ve fazilet vardır. Cum’a ve Bayram namazları câmiden ve câmi ittihaz olunan yerlerden başka yerde imamsız ve cemaatsiz kılınmaz.
Zekat ve Oruç şahsen îfâ edilen mâlî ve bedenî birer ibadettir.
Hac, hali vakti yerinde bulunan ve şartlarını câm’i olan müslürnanların ömürlerinde bir def’a, muayyen zamanda, Mekke’de muayyen mekanda, muayyen şartlar dâiresinde îfâ edecekleri bir ibâdettir.
Bütün bu ibadetlerin kabulü için her hangi bir teşekküle veya gruba dahil olmak îcâbetmez ise de, bu ibadetleri dînimizin ta’rif ettiği şekilde yapabilmek için onları Öğrenmek ve doğru bir şekilde îfâ etmek zarûreti vardır.
Bunun içindir ki, Müslümanlığın dînî ve dünyevî bütün hükümlerini Kur’an-ı Kerîm ile Peygamberimiz’in Hadîslerinden istihraç ve tesbitte gösterdikleri şâyân-ı hayret muvaffakiyet ve ihtisaslarından dolayı Müslüman din alimleri arasında Mezhep İmamları olarak: Hanefî, Şafiî, Ma1ikî, Hanbelî diye anılan ve îman ve ibadet esaslarınıda aralannda herhangi bir ihtilaf bulunmayan dört büyük zattan birisinin bu husustaki dînî anlayışına tâbi’ olmakta ve dinde onun öğreticiliğini kabul etmekte kolaylık ve fayda mülâhaza oluna gelmiştir.
Allah’ın Kitabını, Resülullâh’ın Hadîslerini bu Mezhep imamları kadar anlamak kudretinde bulunan bir Müslüman için, bu Mezheb îmamlarından birine tâbi’ olmak ihtiyacı bahis mevzuu değil ise de, anlayışı ne kadar kuvvetli olursa olsun bu dört büyük İmamın anlayışından daha anlayışlı ve bütün ictihad şartlarına haiz bir şahsın ortaya çıktığı görülmediğinden Müslümanlar bu dört büyük Mezhebten her hangi birine bağlı kalmışlardır.
Bu hayatta necat bulmak için ne yapmak lazım geleceği soruluyor.
Biz Müslümanlar dünya ve ahiret saadet ve selametini ancak Allah’ın ve Resülullâh’ın hayat verici emirlerine tâbi olmakta buluruz.
Allâhü Teâlâ dünyevî ve uhrevî kurtuluş yollarını insanlara gönderdiği peygamberleri vasıtası ile göstermiştir.
Binaenaleyh Allah’a ve Allah’ın en son gönderdiği Ahir Zaman Peygamberi Muhammed Aleyhisselam’a inanan ve O’nun: Yapınız, dediği şeyleri yapan ve yapmayınız, dediği şeylerden sakınan ve insanlara muamelesinde doğru hareket eden bir kimse için bu hayatta da, ahiret hayatında da felah ve necat muhakkaktır.
Dinimizin akîdelerine göre yaşamayan bir insanın ne olacağı meselesine gelince :
Eğer bir kimse yukarıda sıralanan îman esaslarına şüphesiz olarak inanır ve kabul eder, Namaz’ın, Zekat’ın, Hacc’ın ve Oruc’un Allahü Teala tarafından emir olunduğunu, Allah ve Peygamberimiz tarafından bildirilen her şeyin hak ve gerçek olduğunu kabul ve tasdik eder de bunların îcabını yerine getirmekte ihmal gösterirse, dînimizde o kimse günahkar bir mü’min ve müslüman sayılır.
Allah’ın afvine nail olamazsa, ahiret’de bu ihmâlinin cezasını çektikten sonra îmânı sebebiyle Cennete girer; dünyada da maddî ve manevi bazı felâketlere uğraması mümkündür.
Fakat Müslümanlığın yukarıdaki esaslarından velev bir tanesini veya herhangi bir farzı inkar veyahut Allah’ın haram kıldığını helal i’tikat eden kimsenin Müslümanlık dışında kaldığına da biz Müslümanlar kanaat ve hükmederiz.
İslam Dîninden bu şekilde çıkan veya dünyada islam câmiasına dâhil olmak istemeyen kimsenin ahiret’de sonu gelmeyen bir azaba uğrayacağına ve böylelerinin dünyada dahi maddî ve manevi ba’zı felaketlere uğramalarının mümkün bulunduğuna inanırız.
Binaenaleyh Hazret-i Adem’den itibaren bütün peygamberlerin tebliğ buyurdukları dînin aslı Müslümanlık olduğuna ve Peygamberimiz vasıtası ile tebliğ buyrulan Müslümanlığın ise, kendisinden önce insanlar tarafından yapılmış olan tahrifâtı izale ve dîni aslî şekline irca’ eylediğine ve kıyamete kadar bütün beşeriyetin dünyevî ve uhrevî saadetlerini sağlayan mütemmim ve mükemmil hükümleri de muhtevi bulunduğuna göre dünyada ve ahirette selamet manasına gelen Müslümanlığa inanmayanların dünya ve ahiretteki şahsî kayıplarının ve zararlarının neler olabileceğini de akl-ı selim sahiplerinin takdir ve tahminlerine bırakırız.
* * *
12. İNSANIN ALLAH İLE VE ÜLÛHİYETLE MÜNASEBETİ. (Fi’lî veya nisbî bir yakınlık var mıdır? Her ferd bu dünyadaki hayatına başlarken yaratılıyor mu?)
CEVAP: 12
İnsan Allah’ın şerefli bir mahlûku ve kuludur. Allah’a karşı kulluk vazifesini yerine getiren her
insan Allah yanındaki şerefini yükseltmiş Allah’a
ma’nen yaklaşmış olur.
Ancak bu yaklaşmanın en üstün derecesi kendilerine tahsis buyrulan mertebeleri itibarı ile Allahu Zü’1-Celâl’in her şekle girebilecek kabiliyette yarattığı Melâike-yi kiram ile, insanlara gönderdiği Peygamberlere ve Peygamberlerin ümmetlerinden olan Velîlerine bahşolunmuştur.
Cenab-ı Hak maddîlikten münezzeh olduğundan bu yaklaşma ma’nevi olarak vahiy ve ilham suretleri ile kendilerine vukubulan tecelliyat-ı İlâhiyedir. Cismânî ve maddî değildir.
işte Müslümanlık Allah ile kul arasındaki ma’kul münasebetleri akla ve nakle dayanarak bu suretle en kafi şekilde tesbit ve tayin ettiğinden insan’ın Allah’a bu suretlerin dışında herhangi bir suret ve şekilde fi’lî ve nisbî bir yakınlığı kabul edilemez.
Her şeyin tek yaratıcısı olan Allah, insanı da maddî unsurlardan, evvelâ ana rahminde bir damla su, sonra o suyu bir kan pıhtısı haline getirmek, sonra onu bir et parçası yapmak ve et parçasını kemiklere kalb etmek ve kemiklerin üzerine et giydirmek ve en sonunda onu bir insan yavrusu olarak tasvir ve önceden yarattığı rûhunu onun mini mini bedenine nefheylemek ve muayyen zamanı gelince onu annesinden doğurtmak suretiyle dünyaya getirdi ğine gene akla ve nakle dayanarak inanır da bunun dışında akla ve nakle uymayan akîde ve nazariyeleri reddederiz.
*
13. BA’SÜ BA’DE’L-MEVT. (Bir insan Öldükten sonra ferd olarak ne oluyor? Aile bağlılıkları olacak mı? Ne şekil alacağımıza inanıyorsunuz? Her ferd geçmiş ameli hakkında kime hesap verecektir?)
C E V A P : 13
insanların ölümlerinden tekrar dirilecekleri güne kadar, bulundukları aleme Müslümanlık’ta Kabir alemi denir, yani Berzah alemi.
Kıyametten i’tibaren devam edecek olan ebedî hayata da Ahiret hayatı denir.
Biz Müslümanların bu husustaki inancımız şöyledir :
Her insanın ölümünü müteakip, ruhu cesedine taalluk edecek, Münker, Nekir adında iki Melek gelip, ona: Rabbin Peygamberin kim, dînin, kitabın nedir? diye soracak, muvafık cevab verenlerin yerleri manen ve ruhen birer cennet bahçesi olacaktır.
Cevap veremeyenler ise, tafsîli din kitaplarımızda beyan olunan şiddetli ve ahiret’e kadar devam edecek olan bir sıkıntı içinde kalacaklardır.
Ahiret’de ise herkes dünya’da işlediği amel ve hareketlerinden yalnız Cenabı Hakk’a hesap verecek, hiç bir kimsenin en küçük bir iyiliği ve kötülüğü karşılıksız kalmayacaktır.
Neticede insanlar amel ve îmanlarına göre Cennet veya Cehennem’de yer alıp. Cennet ehli birbirlerini tanıyacaklar ve ailevî nisbet ve irtibatlarını devam ettireceklerdir.
* * *
14. DÎNİNİZE GİREBİLMEK İÇİN NE YAPMAK LÂZIMDIR? (Müslüman olmayan bir kimse Müslüman olmak için ne yapmalıdır? Dîninizde kadın da erkekle aynı haklara sahip midir? Değilse kadının durumu nedir?)
C E V A P : 14
islam dîni insan fıtratına, akl-ı selîme uygun yegâne ilahi din ve bütün peygamberlerin tebliğ eyledikleri dînin mükemmel ve mütemmim bir şekli olduğundan her akl-ı selîm sahibi, bu mübarek dînin Kitabını ve onu bütün beşeriyete tebliğ buyuran Ahir Zaman Peygamberinin Hadîslerini (Sözlerini, işleri ve hallerini) tetkik edip onuncu sualin cevabında sıralanan îman ve ibâdet esaslarını kendisi bilfiil okuyup bilmekle veya bir ilim adamı tarafından kendisine bildirilmekle tasdik ve ikrar edecek olursa Müslüman olur. Dünyada Müslüman muamelesine tâbi’ tutulur.
Müslümanlığa girebilmek için başkaca dînî bir merâsime ihtiyaç yoktur.
Müslümanlık kadını, cemiyetin yarısı sayar, onu fıtratının ve hayattaki vazîfelerinin gerektirdiği haller müstesna olmak üzere hemen her şeyde erkekle müsâvî tutar.
Müslümanlık kadının erkekle olan münasebetlerini yardımlaşma Ve müsâvât esası üzere tanzim etmiştir.
Erkeklerin meşru sûrette kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Şu kadar ki, erkekler aile reisi mevkiindedirler.
Müslümanlık kadına saadet ve itmi’nan sağlayan ve onun halkolunduğu vazifeyi hakkıyla eda edebilmesine yarayan bir takım hak ve vazifeleri erkeğe; aile nizamının ve içtimâî esasların yerleşmesi için de erkekleri için kadınlar üzerine bir takım hak ve
. vazifeler farz kılmıştır.
Müslümanlık dîni vazifelerin îfasında erkeği ve kadını bir tutmuş, dînî ve içtimaî hayatta kadınların haklarını tanımış, kendilerinin âhirette erkekler gibi mükafatlandırılacaklarını da va’d etmiştir.
Müslümanlık kadını; kız ana ve zevcelik hallerinde her birisinde beklediği takdîr, riâyet ve adâletin son derecesine kadar tatmin etmiştir.
Müslümanlık, uhrevî saadet yurdu olan Cennet’in, anaların ayağı altında bulunduğunu bildirmek suretiyle anneliğin kadrini ve şerefini en yüksek dereceye çıkarmıştır.
Kız çocuğunu hor ve hakir görmeyi veya onların helâkine sebep olmayı menetmiş ve bu gibi kötü hareketleri takbih etmiştir.
Müslümanlık kadına hayat hakkı, nafaka hakkı, kocasından veya ebeveyninden veya akrabasından mîras hakkı tanımıştır,
Müslümanlıktan evvel, istenildiği kadar kadın almak serbest iken, erkeklerin böyle sayısız kadınlara sahip olması gibi bir âdeti ortadan kaldırmayı istihdaf eden İslam Dîni büyük ve önüne geçilmez zaruretler haline münhasır kalmak şartı ile bir erkeğin en çok dörde kadar evlenmesine cevaz vermiş ise de bunu gayet ağır ve adeta tahakkuku imkansız şartlara bağlayarak bir kadınla iktifa edilmesini aile saadeti için esas tutmuştur.
Müslümanlık kadına îcâbında boşanmayı talep etme hakkını verdiği gibi nikah akd edilirken boşama hakkının erkeğin elinde değil de kadının elinde bulunmasını şart koşabilme hakkını da bahşetmiştir.
Müslümanlık kadını yemek pişirmek, çamaşır yıkamak ve sair ev işlerini görmeye icbar etmediği gibi, kendi çocuğunu, süt anneyi emmemezlik etmedikçe bizzat emzirmeye de mecbur tutmamıştır. Eğer kadın bunları yaparsa, mürüvveten veya hüsn-i muaşereti te’mînen yapmış olur.
Müslümanlık kadına, âdâbına riayet etmek şartı ile, ticaret ve sanatla da meşgul olmaya îcâbında askerlikteki yardım hizmetlerini îfâ etmeye de müsaade etmiştir.
* * *
15. HAYIR VE ŞER. (Menşei. Hakîkî tesirler midir, yoksa psikolojik bir zihin hali midir, Bu iki tabir üzerinde İslâm dîni ne der?)
CEVAP: 15
Biz Müslümanların akîdesine göre «Hayır», insanlar için maddî ve manevî fâidesi olan, «Şer» de. zarârı bulunan şeydir.
Bir şeyin Hayır veya Şer oluşu haddi zâtında ise de hassaten ilahî emrin veya nehyin taalluk edişi de onu te’yid etmiş ve mâhiyetlerini bize bildirmiştir. Yani o şeyin bu vasıfları alması fıtrî mahiyeti îcâbı olduğundan, o vasıflar (beşerin mükellefiyetinden kat-ı nazarla) yalnız aklen idrak edilebilecek durumda iseler de, ilahî emir veya nehyin taalluk edişi, yani. dînin o şey’in hayır veya şer olduğunu beyan ve hükmedişi, o şey’in mahiyetini bize bildirmiş oluyor da hayrın hasen ve şerrin kabih olduğunu aklımızla idrak etmiş ve dînin emir ve nehyetmesiyle de muktezalarını îfa ile mükellef olmuş bulunuyoruz.
Müslümanlık şunu da kaydeder ki, bazı şerlerin şer olma sı bize göredir.
Mâhiyetleri bakımından hakîkî sayılan bazı şerlerin maddî veya ma’nevî birer müvâzene ve dolayısiyle hayır amili oldukları görüldüğü gibi, ferdler hakkında zararlı gibi görünen bazı şeylerde de çok zaman umumu ilgilendiren bir menfaat bulunduğu görülür.
Bu böyle olduğu gibi, bazan ferdin hayrına olan bir şeyin umumu zararlandırdığı da görülür.
Kezâ bazan kendimiz hakkında hayır sandığımız bir şeyin, şer ve şer sandığımız bir şeyin de, bazan hayır getirdiği vâkidir.
Binaenaleyh şerden kaçınmakla beraber, bir felaket ve zarara uğranıldığında da ye’se ve fütûra düşmemek îcâbeder.
Biz Müslümanlar hayr’ın da şerr’in de yaratıcısı Allahu Teala olduğuna ve Allahu Teala’nın imkan dairesinde bulunan her şeyi yarattığına, fakat kendisinin hayra rızâsı olup, şerre rızâsı bulunmadığına, hayır ve şer, irade ve kesb bakımından insana; vücuda getirilmiş olması bakımından da Allahu Teala’ya râci’ olduğuna inanırız.
Şüphe yok ki şerri işlemekle, şerri yaratmak bir değidir.
İnsanın irâdesine taalluk eden bir şer yaratıcısı olan Allah için abes teşkil etmez; musavvir-i hakîkî güzeli de çirkini de tasvir eder.
Cenab-ı Hakk, hayrı da şerri de; insanların kullanmakta serbest bulundukları cüz’î irade ve kesbleri ile mukayyed olarak yaratmış olduğu içindir ki, insanlar hayır işlerinden dolayı mükafata, şer işlerinden dolayı da mücâzâta müstahik bulunmuşlardır.
Binaenaleyh Müslümanlık hayır ve şerri, sadece psikolojik zihnî bir hal olarak kabul etmez.
* * *
16. CAMİLER NASIL FİNANSE EDİLİR? (Teberrular, kısmen Devlet tarafından yapılan yardımlar v.s. İslâmiyetin hakim bulunduğu veya müslümanların ekseriyette olduğu yerlerde, câmi ve mescid inşâsı veya bakımı için millî veya mahallî vergiler var mıdır?)
C EV A P : 16
Müslümanlıkta temiz olmak şartı ile bütün yer yüzü Müslümanlar için ibâdet mahallidir.
Cami ve mescitler Müslümanların birbirleri ile tanışmak ve kaynaşmak, Allah’a topluca ibadet ve niyazda bulunmak gibi ulvî gayelerle te’sis edilmiş ve Cuma ve Bayram namazları ile beş vakit namazın cemaatle kılınması için tahsis olunmuş mübârek yerlerdir.
Nerde ve ne zaman olursa olsun, Müslümanlardan zengin olanlar, servetleri ile ve zengin olmayanlar da bedeni mesaîleri ile Cami, ve mescitlerin yapım ve bakımlarına katılmayı dînî bir vazîfe saydıkları gibi hali vakti yerinde olan zenginlerden ve devlet ricâlinden ve hükümdarlardan müstakilen câmiler yaptınp, tahsis ettikleri vakıflarla da onların bakımlarını sağlayanlar pek çoktur.
Bugün de cami inşâsını ve bakımını müstakilen deruhte etmek hamiyyetini gösteren Müslümanlara sık sık rastlanmaktadır.
Türkiye’deki câmi ve mescidler durumları ve idâreleri bakımından şu kısımlara ayrılırlar :
A) Bakımı Vakıflar Umum Müdürlüğüne ait olanlar,
B) Bakımı vakfın mütevellîsine ait olanlar,
C) Bakımı câmi derneklerine ait olanlar, Ç) Bakımı mahalle halkına âit olanlar,
D) Bakımı köylüye âit olanlar.
A grubuna dâhil câmi ve mecsidlerin müstahdemlerinin aylıkları Devlet teşkilâtına dâhil olan Diyanet işleri Reisliğince tavsiye edilir.
B grublarına tâbi’ olanların masrafları Vakıflar Umum Müdürlüğünün mürâkabesine tabi’ olarak mütevellisi tarafından, vakıfların gelirinden tevsiye edilir.
C grubuna dahil olanların masrafları, aylık aidatla, teberrüler ve çeşitli gelirlerden tesviye edilir.
Ç ve D grublarına dahil olanların masrafları da mahalle ve köy halkı tarafından salma suretiyle karşılanır.
İnşâ ve ta’mîrine Vakıflar Umum Müdürlüğünce az çok bir yardım yapılır.
* * *
17. MUKADDES YAZILAR. (Dîninizde. menşei mukaddes, ilâhî veya fevkalbeşer telakkî edilen yazı ve kitaplar.)
C E V A P : 17
Müslümanların mukaddes kitabı Kur’an-ı Kerîm’dir. Allah Kelamı olan Kur’an-ı Kerîm, Cebrail Aleyhisselâm vasıtasiyle, Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselam’a Arapça olarak, vahy ve inzal buyurulmuş ve Resûlü Ekrem’e hiç unutulmamak, hafızasından silinmemek üzere okutulmuş, lafzı da ma’nası da ilahî olan i’cazkar bir kitaptır.
Kur’an-ı Kerîm’in lafzı da ma’nası da doğrudan doğruya Allahu Teala’nın vahyidir.
Allâhu Teâlâ onun eşsizliğini ve mu’cizeliğini bizzat beyan ve ilan buyurduğu gibi hiç bir tağyir, tahrif ve tebdil edilemiyeceğini ve yine bizzat hıfz-ı emanetine aldığım da tekeffül etmiştir.
Bu keyfiyet vâkıalarla da tahakkuk etmiş bulunmaktadır.
Dînimizde ikinci derecede mukaddes kitabımız olan Peygamberimiz’in sözlerini, işlerini tasviblerini bildiren hadis kitabları’dır.
Peygamberimiz’i her hususta örnek tuttuğumuz ve muktedâ-bih tanıdığımız için onun
Hadisleri, Sünneti de biz Müslümanlar için büyük bir kudsiyet taşımaktadır.
* * *
18. İLÂHÎ OTORİTE. (Dînî ayinler icrası için ilahî bîr otoriteye ihtiyaç var mıdır?)
C E V A P : 18
Her Müslüman, beş vakit Namazla, Oruç, Hac, Zekat gibi ibabetleri ilahî bir otoritenin ve dînî selâhiyete haiz herhangi bir şahsın delâletine lüzum olmadan kendi başına îfâ eder.
Ancak cemaatla kılınması îcâbeden Cuma ve Bayram namazları ile beş vakit namaz câmide cemaatla kılındığı takdirde bu namazları vazîfelendirilmiş olanlar kıldırırlar.
Beş vakit namazın topluca kılınması için, farzlar edâ edilirken, varsa vazifeli imamlar, yoksa imamlık yapabilecek bir Müslümana uyulur. Fakat bunların ilim ve faziletten gayrı bir imtiyazları yoktur.
* * *
19. DÎNİNİZDE BUGÜNKÜ LİDERLİK. (Böyle bir liderlik kabul ediliyor mu? Kimler tarafından kabul ediliyor? Liderinize verilen ünvan nedir?)
C E V A P : 19
Bütün Müslümanlar dînî rehber olarak en başta, islam Dînini beşeriyete tebliğ buyuran Âhir Zaman Peygamberi Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’ı tanırlar.
O’nun tebligatını ve ta’lim ve neşr vazifesini ifâ etmiş bulunan Ashabına ve büyük islam alimlerine saygı gösterirler.
Binaenaleyh Müslümanlık’ta Papalık gibi bir dînî liderlik tanınmamıştır.
Devletçe tayin edilip öteden beri dînî vazifelerde istihdam olunan me’murlar şunlardır :
A) imam ve Hatibler : Cami ve mescitlerde Cuma ve Bayram namazları ile vakit namazlarının kıldırırlar.
B) Vâizler : Cami ve mescitlerde Müslümanlara ibâdet ve akâide âid va’z u nasihatte bulunurlar.
C) Müftüler : Her vilayet ve kazada dînî teşkilâtı idare ederler ve şahıslar veya dâireler tarafından sorulacak din meseleleri cevablandırırlar.
D) Diyanet işleri Reisi : Türkiye’deki bütün İslâmî teşkilatın umumî müdürü ve mercii olmak üzere Başvekil tarafından intihab ve Reisicumhur tarafından tayin olunur.
* * *
20. MU’CİZELER. (İnsanlar ve milletler arasında fevkalbeşer olaylar. Eski zamanlarda olan mu’cizelerle mukayesesi.)
CEVAP: 20
Mu’cize peygamberlerin, peygamberliklerini te’yid için Allah’ın izniyle gösterdikleri hârikulâde hâdiselerdir.
Mu’cize, Allahu Teala’nın kendi eseri olan kainatta ve kainatta cârî bulunan kanun ve nizamlar üzerinde istediği gibi tasarrufa kaadir bulunduğunu ve ilâhî kudret ve irade karşısında herkesin ve herşeyin aciz olduğunu ifade eder.
Müslümanlık, zâhirî sebepleri, âlemin nizâmını ve âdî illet ve maslahatlarını kabul etmekle beraber, bu sebep ve illetlerin fevkinde onların hepsine hâkim bulunan ilahî kudret ve iradeye inanmayı da emreder. Ve ilâhî irade bu kâinatı ve nizamlarını idare eder.
İşte mu’cize de bu ilâhi irâdenin başka bir sünnet ve Âdet-i İlâhiyyesi olarak eseridir.
Çünkü, ilâhî irâdenin cârî âdetler ve zâhir sebeb ve illetler dâiresinde görülmekte olan tecelliyâtı, bu ilâhî irâdenin tam vaktinde zuhur eden tecelliyâtı demektir.
Fakat ilâhî irâde bazan da vâsıtasız ve maddî sebepsiz olarak ölülerin dirilmesi, kamerin bölünmesi ve parmaklardan ve kuru taşlardan suların fışkırması ve cansız eşyâdan seslerin gelmesi gibi tecellî eder de bu hâdiselerin gördüğümüz ve bildiğimiz cârî kanunlarla ve zâhirî sebeplerle îzâh edilmesi güç olur.
Zâten mu’cizeliği de bu güçlüğünden ileri gelmektedir.
Mu’cize haddi zâtında aklen mümkün bir nizâmın ve âdetin kezâ mümkün olan diğer bir nizam ve âdetle li-hikmetin ve maslahatın tebdilinden ibaret bir harikuladedir.
Tabiî kanunların ittıradına ve bilinen ve tecrübe edilen hadiselerin ma’lüm olan seyir ve cereyanların da halen bir ihtilâfa rastlanmamasına bakılarak bunların asla değişmez ve değiştirilemez olduklarına hükmetmek kudret-i İlâhiyenin şümûlünü ve mâhiyyetini anlamamak demektir.
Tabiat kanunları için vâciblik ve zarûrîlik olmadığını anlamayan akl-ı selîm sâhibi kalmamıştır. Belki bunlarda imkânlık vardır; îcâbında değişebilir. Bu değişme ise mücerred tesâdüf veya galat-ı tabiat demekle izah edilemez. Onun için peygamberlik ancak bu mucize ile sâbit olmuş ve peygambersiz din olmadığı gibi, mucizesiz de peygamber bulunmamıştır.
Mûcizeler, Allah’ın izni ve irâdesi ile sâir peygamberler gibi Peygamberimiz tarafından da gösterilmiş ve O’ndan sonra bu kapı kapanmıştır.
Şu kadar ki, Peygamberimiz’in ümmetinden olup ibadet ve istikametleri ile Allah’a manen yaklaşan evliyadan da peygamberimize izâfeten ba’zı harikulâdeliklerin zuhuru mümkün bulunmuştur.
Fakat buna kerâmet denir ve kerâmetle mu’cize arasında büyük farklar vardır.
insanların ilim ve fenle yahud herhangi bir maddî vâsıta ile gösterdikleri fevkaladelikler, maddî sebeplere dayandığından mu’cize ve keramet değildir.
Bunların mûcize ve kerametle mukayese edilerneyecegine ve aralarında bir münasebet bulunmadığına inanırız.
* * *
21. bir MEZHEB İÇİN ORGANİZASYON ZARÛRÎ MİDİR? (Dîninize göre, bir mezhebin tanınabilmesi için organize bir grubun mevcûdiyeti zarûri midir?)
C E V A P : 21
On ve onbirinci suallerin cevâbından da anlaşılacağı vechile, Müslümanlıkta halen mevcut olan dört mu’teber Mezheb herhangi siyasî veya idarî bir maksad ve tertibe dayanan teşekkül değildir.
Bu mezhebler dînî anlayışın amelî sahâdaki tatbikatını ifâde ederler.
Esâsen Müslümanlık mezheb teşkilini dînî zarûretlerden saymamıştır Belki İslamdaki dört mezheb mahza dînî ve ilmî hayatta ferdlerin aciz ve ihtiyacın
dan doğmuş bulunmaktadır.
Mezheb imamları olmak üzere kabul ve ta’zim edilen büyük din alimleri, dînin esas kaynaklarından çıkardıkları hükümleri ortaya koymuşlar, daha sonrakiler de kendilerinin bu husustaki ihtisas ve isâbetlerini takdir ederek onlara uymuşlar ve diğer Müslümanlar dahi kütleler hâlinde onlardan her birine tâbi’ olmuşlardır.
İşte Müslümanlıktaki bu dört şekil dînî anlayış ve tatbikatın her birine. «Mezheb» ve kail ve âmiline de: «imam» denilmiş ve Müslümanlardan amellerini bu imamlardan birine uyduranlar da o imam ve mezhebe nisbet edilmiştir.
Müslümanlıkta bu keyfiyetten başka organize bir grup mevcud değildir.
* * *
22. İNSANIN MENŞEİ, (insan nereden gelmiştir? 2Bir evrim(evolution) ile mi bugünkü halini almıştır, yoksa başlangıçta bugünkü şekli ile fevkalbeşer bir varlık mıydı?)
Biz Müslümanlara göre Cenab-ı Hakk, yeryüzünde ilk önce insan olarak, Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havva’nın cesedlerini yaratmış, onlara ruh vermiştir. istisnâsız olarak da bütün insanlar ve milletler bu tek baba ile anadan türemişlerdir.
insanın maddî varlığını teşkil eden unsurlar, ne gibi safhalar geçirirse geçirsin, insan yapısındaki insan unsurundan başka bir mahiyet taşımaz.
Bu husus insanda böyle olduğu gibi sair canlılarda da böyledir.
Hiç bir nevi, diğerinin mahiyet ve hususiyetini taşımamaktadır. Göklerde uçan kuşlar bile nevileri içinde ayrı bir cemaat ve hususiyet arzederler. Bu sûretle her nevi, ancak kendi nevi hususiyeti içinde tekâmül ve inkişaf eder.
Binâenaleyh Müslümanlık bir canlının zamanla veya tekâmül yolu ile bambaşka bir şekil ve mâhiyet alacağını kabul etmez.
Akıl ve zekası ile kâinata hakim olmağa çalışan ve bu şerefe de lâyık bulunan insan neslinin herhangi bir hayvanın tekâmülünden meydana gelmiş olduğunu farzetmek, gözlerimizin önünde cereyan edip duran tabîî kanunları, hâdiseleri, akıl ve mantığı hiçe saymak demektir.
Eğer tekâmül kanunu tabiî bir kanunsa, onun da devam ve ittırâdı zarûrî idi. Halbuki bütün insanın, insan nevini; maymunun da maymun nevini üretip durduğu ve hiç birinin diğerine karışmadığı görülüp dururken, dün tekâmül kanununun insanı herhangi bir hayvandan meydana getirdiği ve sonra da her iki cinsi kendi hallerine bıraktığı akl-ı selim sahibleri için nasıl kabul edilebilir.
İşte Müslümanlık bu gibi inanışları fikrî sapıklık sayar da insanı insan, hayvanı da hayvan olarak kabul eder.
O halde insan, yeryüzüne insan olarak çıkmış ve çıkmakta ve insan olarak yaşamış ve yaşamakta ve insan olarak ölmüş ve ölmektedir.
Bununla beraber Cenab-ı Hakk’ın bütün canlıları ve hususiyle insan nev’ini takdîr-i ezelîsi ile bedenî ve ma’nevî bir tekamül ve inkişâfa müstaid ve mazhar kıldığına da inanırız.
* * *
23. İBÂDET. (Sabit şekiller var mıdır? Ferdi düşünceler – ibâdet için muayyen zamanlar?)
C E V A P : 23
Müslümanlıkta her ibadetin muayyen şekli ve muayyen zamanı vardır.
Allâhu Teâlâ’nın kâfî olarak emir buyurduğu ibadetler.
A) Namaz
B) Oruç
C) Hac
D) Zekat’dır
A) Namazın çeşitleri vardır. Beş vakit namazla Cuma ve cenaze namazı farz’dır. Bayram namazı ile vitir namazı vâcib’dir.
Farz ve vâcib olmayarak kılınan namazlar sünnet veya müstehab olur. Namazın içinde ve dışında olmak üzere şartları ve rükünleri de vardır.
Namaz muayyen usûlüne göre eda edilir. Namazın şartlarından birisi de vakittir.
Beş vakit namazın edaları için zaman ta’yin buyrulmasında büyük hikmetler vardır.
Hayat meydanına atılan insanların bir takım didinmelere, rekabetlere, muâmelelere daldıkça daima gafletle isyâna, günâha düşmeleri mümkündür.
İnsanların bu gaflet yüzünden başlarına getirdikleri ve getirecekleri zarar ve hüsran da büyüktür.
İnsanları gaflete daldıkça uyandıracak ve yaptıkları bütün işlerden dolayı bir gün sorguya çekileceklerini hatırlatacak bir vesîleye çok ihtiyaç vardır.
İşte namaz, her an murâkabe altında bulunduğumuzu, sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı vakitlerinde yani günde beş defa bize hatırlatan bir ibadet olduğu için emir olunmuştur.
6) Her sene Ramazan’da bir ay oruç tutmak da Allâhu Teala’nın emir ettiği bir ibâdettir.
Oruç, tan yeri ağarmağa başladığı zamandan güneş batıncaya kadar bir şey yememek, içmemek, orucu bozan şeylerden sakınmak suretiyle tutulur.
Bunun da kullara âid maddî ma’nevî büyük menfâtlerı vardır.
C) Hac ibadeti de, hali vakti yerinde olan her Müslümanın, şartları bulunduğu takdirde ömründe bir kere, muayyen zamanda muayyen mahalleri, muayyen usûlüne göre ziyaret etmektir.
D) Zekat, dînen zengin sayılan Müslümanların yıldan yıla mallarının muayyen ölçüsüne göre zekatını hesaplayıp fakirlere vermeleri, dînî bir vergi olarak Allah tarafından emir olunmuş bir ibadettir.
Bu ibadetlerin içtimâî hayattaki faydası ve hikmetleri herkesçe müsellemdir.
İbadetlerin zaman ve şekilleri Allahu Teala tarafından tayin buyrulduğu için onlar hiç bir sûretle reforma tâbi olamazlar. Başka bir şekle ve başka bir zamana çevrilemezler. Muayyen bulunan ibadetlerin şekil ve zamanlarına aykırı olarak yürütülecek rey ve mütalaaların Müslümanlıkta yeri ve değeri yoktur.
I’ve seen so far is in perfect
ibrahim uzun web site admin